24 Saat Neden Yetmiyor?
Zamanın omzuna yüklenen sorumluklar
Bazen düşünüyorum, bir gün gerçekten 24 saat mi? Bana çoğu zaman en fazla on saat gibi geliyor. Zaman, elimden kayan bir su gibi akıp gidiyor. Daha sabah “bugün şunları yapacağım” diye liste yapıyorum, akşam olduğunda listenin yarısı hâlâ bekliyor. Hayatımda bir işim var; para kazanmalı, ayakta durmalıyım. Evde kedim var, ilgilenmeliyim. Arkadaşlarım var, görmeliyim. Ailem var, aramalıyım. Bitmeyen ev işleri var, yapmalıyım. Bir de kendim varım; zaman ayırmalı, geliştirmeli, dinlemeliyim.
Ama bütün bunların arasında sürekli bölünüyorum. Bir yanım diyor ki: “Gençliğin bir daha gelmeyecek, arkadaşlarına daha çok vakit ayır, anın tadını çıkar.” Diğer yanım fısıldıyor: “Durma, kendine yatırım yap, oku, yaz, öğren. Daha çok üret.” İki ses de haklı. Ama ikisine birden yetişmeye çalışmak yorucu.
Üstelik yaşadığımız çağ öyle hızlı ki, Kuzey Avrupa’nın bir aylık gündemini bir günde tüketiyoruz. Her gün sahne değişiyor, haberler bir tiyatro perdesi gibi ardı ardına kapanıyor. Peki neden böyle oldu? Zaman mı hızlandı, yoksa bizim algımız mı değişti?
Zaman algımız neden değişti?
Psikolojiye göre, zaman algısı yaşadığımız yoğunluğa, stres seviyemize ve dikkat dağıtıcı unsurlara göre değişir. Günümüz insanı sürekli bir uyarıcı bombardımanı altında: işler, mesajlar, bildirimler, haberler… Zihnimiz bu kadar çok uyaranı işlerken zaman algımız daralıyor. Böylece 24 saatlik gün, hissedilen 10 saate(temsili) dönüşüyor.
Sosyolojide buna “zaman yoksunluğu” deniyor. Modern insan hem çalışmak, hem üretmek, hem sosyalleşmek hem de kendine yatırım yapmak zorunda. Zihinsel yük artarken, zaman aynı kalıyor. Sonuç: bitmeyen bir yetişememe hissi.
Burada bilinçli yaşam ya da mindfulness yaklaşımları devreye giriyor. Yani zamanı “yavaşlatmak” ve anı yaşamak. Çünkü zaman algısı, yaşanan anı fark etmekle uzayabiliyor. Ama teoride kolay olan bu öneri, pratikte modern dünyanın hızında çoğu zaman kayboluyor.
Modern kapitalizm ve zamanın paraya dönüşümü
Sosyolog Hartmut Rosa, Hızlandırma Toplumu teorisinde modern kapitalizmin üç alanda hızlandığını söyler: üretim, iletişim ve tüketim. Her şey hızlandıkça bizden de aynı hızda yaşamamız beklenir. Daha hızlı üret, daha hızlı öğren, daha hızlı tüket… Ama zaman, sabit kalır.
Rosa’ya göre bu durum bir “zaman kıtlığı” yaratır. Ne kadar hızlı olursak olalım, yetişemeyiz. Çünkü modern sistemin mantığı, boş zamanımızı da yeni görevlerle doldurmak. Bir işten fırsat bulduğumuzda dinlenmemiz değil, yeni şeyler yapmamız beklenir.
Dijital çağın zaman tuzağı
Teknoloji bu hızlanmayı daha da pekiştiriyor. Akıllı telefonlar, sosyal medya ve haber akışları bizi “anlık gelişmeler”e bağımlı kılıyor. Bir yandan üretmek, diğer yandan sürekli güncel kalmak zorundayız. Nicholas Carr’ın “Derin Çalışma” kavramına göre, bu kadar kesintiye uğrayan zihin derinleşemez; yüzeysel bir hızda kalır.
Bu da bizi modern hayatın en büyük çelişkisine getiriyor: Daha iyi yaşamak için daha çok çalışmamız gerektiği söyleniyor. Ama çalışırken yaşamayı unutmamamız gerektiğini de hatırlatıyorlar. İkisini birden başarmak, çoğu zaman mümkün olmuyor.
Peki ya hayatın anlamı?
Belki de mesele, hayatın anlamını “sürekli ilerlemek” ya da “sürekli zevk almak” ikilemine sıkıştırmamamızda. Belki de ikisini dengede tutmaya çalışmak gerek. Kendini geliştirmek, üretmek, öğrenmek kadar; durmak, bakmak, hissetmek de bir ihtiyaç.
Hayatın anlamı, sadece yeni hedeflere ulaşmakta değil, o hedeflere giden yoldaki anları hissedebilmekte. Belki de gerçek mesele, bir günü 24 saatmiş gibi değil, yaşanabilir bir hayatın parçasıymış gibi görmekte.
Sen bu dengeyi kurabiliyor musun? Peki, yarın sana fazladan 4 saat verilseydi, onu nasıl değerlendirirdin?