Çocukluğun Soğuk Geceleri üzerine: Bölüm 2
Umut var oldukça bütün güzellikler hâlâ mümkün.
Öncelikle kusura bakmayın, sürçülisan ettiysek affola diyelim, bir önceki bölümde dalgınlıkla günlerdir elimden bırakmadığım kitabın adını yanlış yazmışım...
Taşrada başlayan hayatı, büyükşehirde bir katolik okulunda devam ediyor. Ev yaşamında askeri bir düzen isteyen bir baba figürüyle karşılaşmaktayız. Kendi isteklerini ev halkına dayatmak isteyen ve istekleri gerçekleşmeyince zaman zaman öfkelenen bir baba:
“Babam ev yaşamında askeri bir düzen istiyor. Bu kesin. Zengin olsa belki de kapıda borazanlar çaldıracak... Babamın kuşağındaki Türk erkekleri ne büyük bir ordu ve askerlik sevgisi besliyorlar..."
Sonrasında ise bambaşka bir baskı içinde şehirdeki hayat ve okul:
“Kız Lisesi'ndeki rahibeler, kilisede sabahın alacakaranlığında başlayan dinsel ayinler, bu Orta Avrupa havasını, ortaçağa dek geriye iter. (…) Bütün öğrendiklerimi unutmak istiyorum. Uzun, ıslak, nemli, soğuk, gri yıllar. Erken bastıran karanlık günler. Tanınmasına izin verilmeyen erkek gövdesinin özlemiyle geçen geceler. Kara başörtülü rahibeler.”
Ruhsal çekişmeleri burada daha da artan Tezer Özlü hayatının genç dönemlerinde yaşamla ilgili düşüncelerini de derinleştiriyor: “Yaşam, şimdi kavranması ve anlaşılması gereken; oysa yaşanması, gerçekliğe inilmesi ilerideki yıllara atılan bir yabancı öğe gibi önümüze getirilmiş... Kimse yaşadığımız mevsimin, günlerin ve gecelerin yaşamın kendisi olduğundan söz etmiyor. Her an belirtilen bir öğretiye, bizler hep hazırlanıyoruz. Neye?”
Gerçekten sürekli sorguluyorum aynı şeyi. Ne için? Neye ve kime? Hangi değerler?
Bütün bu olumsuz şartlar altında bile yaşama karşı bir istek hali izler: “Bir şeylere açılmak, bir yerlere koşmak, dünyayı kavramak istiyorum.” diyen Özlü, geçmişini kabul eder ve ondan bağımsız bir şekilde özünü yaratır. Varoluşunu tamamlama yolculuğudur bu aslında. Ne kadar acıtsa da. Unutmaz ama geri de dönmez o günlerin sayfalarına. O yılların kara defterini kapattığını şu cümlelerle tasvir eder: “Hiç düşündünüz mü? Ölen bir insanı gerçekten bir kez daha görebilir misiniz? Ölen bir okula gidebilir misiniz? O yıllar öldü. O yılları bizi öldürecek biçimde yaşattılar.”
Gençlik yıllarında günün politik şartlarına bakıyoruz çünkü bireysel olduğu kadar toplumsal olay ve sıkıntılarda da hastalığı nüksediyor. 1970-1980 ve sonrası politik havayı görüyoruz özellikle. Muhtıralar, Kenan Evren, 12 Mart ipuçları, baskı rejimi, vatan ve militarist propagandalara, minik eleştirilerle değiniyor yazar. Toplum sorunlarına ve politikaya ilgili ve duyarlı. Çok yardımı olamasa da uzaktan desteklediğini söylüyor. Belki suçluluk hissediyor. Sayfalarda sık sık olduğu dönemin politik havasının ipuçlarını yakalıyor. Dertleniyor, kızıyor.
Hayatı sorgulayan yazar, özelden genele yani bireyden başlayarak toplumun sorgulamasını yapıyor. Tüm olumsuz koşullara rağmen başkaldırısını, direnen özünü görürüz. “Bu eserde bireyin psikolojisinden hareketle toplumun negatiflikleri başarıyla dile getirilmektedir." (Emeksiz, 2021).”
Yeni gelişen araba tutkusu. Devrilen bir yönetim. Devrimle değişmeyen ortam. Yüreğe işleyen Rus yazım. Değişmeye başlayan kent. Genişleyen bulvarlar. Yükselen Hilton Oteli. Birbirini sevmeyen, sevişmeyen anne babalar. Tanrısıyla evlenen rahibeler. Kanımıza işletilen aile bağları. Kanımıza işletilen vatan sevgisi, vatan. Kanımıza işletilen vatan, vatan, vatan...”
O yıllarda vatandaşlar, vatanını seven Türk evlatları ve diğerleri olarak ayrılıyor anladığımız kadarıyla. “Babamın kuşağındaki Türk erkekleri ne büyük bir ordu ve askerlik sevgisi besliyorlar...” deyişinden anladığımız kadarıyla genelde erkeklere atfedilen bir ideolojiden söz ediyoruz.
Erkeklerle olan ilişkisine gelirsek, tutkuya, aşka ve cinselliğe derinden inanıyor. İnsanın bunu yaşaması gerektiğini belki varoluşun kaynağının bu his olabileceğini söylüyor. Kitabın sonu, varoluşun özünün tutku olabileceğiyle bitiyor. Ağırlıklı diyebileceğim bir oranda katılıyorum. Ancak bu tutku ve aşk bağ kurabilmesine pek yaramıyor. Erkekleri ne kadar tanıyor veya tanımaya çalışıyor, bu bir soru işareti.
Evliliğin büyüsüne inanmamış ve hatta evliliğin burjuvazinin yarattığı bir sorumluluk ve yük olduğunu düşündüğü için belki de yüreğinde geri dönülmez hasarlar bırakan hatalar yapıyor. Sevmediği birisiyle evleniyor mesela. Aşka ve tutkuya bu kadar inanırken, hislerin kutsallığına kucağını açabilecekken çocukluk döneminde türlü yaralar aldığı için ne büyük mutluluklardan mahrum kalıyor insanlar diye düşünmeden edemiyorum. Büyük korkular, büyük tutsaklıklar yaratıyor. Kendi iç hapishanemiz. Travmalarımızla dolu gardiyanlar muhtemel mutluluklarımızın zincirlerini tutuyor. Yeltensek de beceremiyoruz doğru aşklarımızla mutlu ilişkileri. Güvenli ama mutsuz konfor alanlarımızda çürüyoruz belki de...
Anılarında ise sevmeden evlendiği kocası yanında olmadığında ne mutlu olduğundan bahsediyor. Bir bölümde ise iç monologlarında, “Erkeği öğrenmek için çok erkek tanımam gerektiğini bilmiyordum...” cümlesine rastlıyoruz ve ekliyor: “Mutluluğun, insanın kendi kendisiyle hoşnut olmasıyla başlayacağını da bilmiyordum.”
Bir atak da bu evlilik yıllarında kocası ondan çok uzakken yaşamı sevdiğini farkına vardığı günlerde geçiriyor. Çünkü gerçeklerden kaçamıyor ve kocası geri dönüyor. Onunla mutsuz ve umutsuz bir yaşamı kaldıramıyor. Girişim sonrası, istemediği hastane koridorlarında alıyor soluğu. Aslında kocası yokken yaşamı çok sevdiğini ve yüz yıl bile yaşamak istediğinin bilincine varıyor.
Toplumun ve sistemin çürümüşlüğünü yaşadığı zalimce olaylardan görüyoruz. Elektroşoklar, erkeklerin manipülasyonları, şiddet, tehdit, taciz. Ağlamak istiyorum bazı yerlerde. Gerçekten korkunç. Sistemin çürümüşlüğü o kadar büyük ki iyileşmek için girdiğin bir hastaneden türlü acılar, tacizler ve tehditler sonrası sıfırlanarak çıkması. Bu talihsiz olayları (talihsiz demek az kalır çürümüşlüğün simgesi) bir motivasyona dönüştürüyor ve bir daha oraya dönmemek için bir an önce iyileşmeye adıyor kendini. Bu elektroşok tedavisini kim bulmuş diye içimden geçiriyor ve öfkeleniyorum. Ana rahmine düşüş tasvirini de buradaki tedavisinde uyuyakaldığı bir sırada yapıyor. İlk yazımda benzetmeden bahsetmiştim. Sonraki tasvirlerde dikkatimi çekenlerden biri köy hayatından bahsederken imgelerin onda uyandırdığı huzur hissi oluyor. Yine düşünüyorum, ne olursa olsun en huzurlu yılları taşradaki yılları, aidiyeti en çok hissettiği yer o köy ormanları, çiçekler, hayvanlar ve doğa. Sonra sağlık ve hastalık arasındaki ince çizgiden, sistemin çürümüşlüğünden bahsediyor biraz. Bir an önce çıkmak istiyor.
En şaşırtan kısmı ise asla pes etmemesi. Her zaman yaşama dönmek için olabildiğine direniyor ve çabalıyor. Hiçbir zaman umutsuzca hastaneden çıkamadığı bir senaryoyu düşünmüyor. Çıkmak için çırpınıyor. Orada insan daha çok delirir ama o dayanıyor. Söylüyor da zaten. İnsan yaşamın ve dostlarının arasında iyileşir, buradaki işkenceyle değil diyor. O kadar haklı ki. İnsan karanlık ve çaresizlik içinde özgürlüğün tadını almadan nasıl ruhunu iyi edebilir? Edemez ki. Umutsuzluk ve hapis en çok çıldırtan şeydir insanı. Özgürlüğünü almak için ne fedakarlıklar yapmış bu insanlık tarihinde insanlığın bir nebzesi olmadan nasıl iyi edebilirsiniz ki insanları.
Sadece kamçılıyor. Korkutuyor, travma bırakıyor ama bir daha bu karanlığa batmamaya yemin ettiriyor insana. Kocasıyla evlendiği yılları bir alaylı ifadeyle anlatıyor, bilmiyor neden evet dedğini. Tek bildiği ciddiye almadığı ve hiç sevmediği bir adama evet demesi. Artık daha çocuksu aşklar yaşamak istiyor.
Buradan sonra kadın erkek çözümlemelerine giriyor yazarımız. Uzun uzun youmluyor ilişkiler dünyasını, sevmeyi ve sevişmeyi. Kitabın her detayını şiddetle okumanızı şiddetle tavsiye ediyorum. Ben biraz yorumlayarak anlatsam da 60 sayfalık bu kısa kitap Özlü’nün dünyaya bakışı, hislerini tasvir ediş biçimi ve hayatında geçirdiği evreler kesinlikle bilmeye değer.
Hele ki dördüncü ve son bölüm: Yeniden Akdeniz. Yaşadığı tüm travmatik hastane anılarından sonra kitabı okurken daralan nefesim, sıktığım dişlerim yeniden rahatlıyor. Yeniden sevmek, sevebilme gücü ve sevgisini doyumla devretmekten bahseden yazar gerçekten temiz bir sayfayla ve tertemiz duygularıyla bahsediyor yaşamdan ve sevgiden. Bembeyaz hissediyorsunuz. Coşkulu ve tutkulu aynı zamanda. Güzel yaşamın kıyısına döndüğü dönem 12 Mart dönemi de bitmiş oluyor. Dönemin acısı içimize oturmuş ve varlığımızla bütünleşmiş olsa bile diyor yazar, daha güzel yaşamlara duyulan özlem ve bekleyişle gömüyoruz bu politik dönemin öldürdüğü arkadaşlarımızı. Ne çok acı biriken bir dönemmiş meğer. Yaşamın, sevginin ve tutkunun kutsallığıyla, umut var oldukça bütün güzelliklerin hâlâ mümkün olduğunu hatırlatarak sonlandırıyor satırlarını.