Çok İstediğiniz Her Şeyi Son Anda İptal Ediyor Musunuz?

Belki de sorun bizim “neden böyleyim?” sorumuzda değil, “nasıl daha rahat hissedebilirim?” sorusunu sormamamızda gizlidir.

Geçtiğimiz günlerde uzun süredir beklediğim bir konsere gitmek üzere hazırlık yapıyordum. Çok sevdiğim bir sanatçı sahne alacaktı; biletimi önceden almıştım, konseri duyduğumda içim gerçekten kıpır kıpır olmuştu. Ancak konser günü yaklaştıkça, içimde belli belirsiz bir ağırlık oluşmaya başladı. Mekânın uzaklığı, geç saatte başlayacak olması, dönüşün zahmeti derken, zihnimde binlerce küçük soru işareti birikti. Bunlar büyüdükçe büyüdü ve sonunda kendime “hastayım” deyip gitmekten vazgeçtim.

İçimde bir yer bunun sadece bir bahane olduğunu biliyordu. Ve bu, yaşadığım ilk benzer durum değildi. Daha önce de birçok etkinlik, buluşma ya da sosyal plan tam yaklaşmışken içimde dayanılmaz bir huzursuzluk baş göstermişti. Planın heyecanı yerini kaçınmaya bırakıyordu. Bu sefer farklı olan, bu duygunun ardındaki nedeni merak etmemdi. Neden her şey gözümde bu kadar büyüyordu? Neden en çok istediklerime bile son anda mesafe koyuyordum?

Araştırmaya başladığımda karşıma ilk çıkan kavram “anticipatory anxiety”, yani beklenti kaygısı oldu. Henüz yaşanmamış bir olayla ilgili yoğun bir stres hâli… Zihnim, konserle ilgili tüm olumsuz olasılıkları önceden yaşamış gibi beni hazırlıyor ama bu hazırlık bir savunmadan çok bir kuşatma gibi geliyor. Henüz başlamamış bir etkinlik için fazlasıyla yorgun hissediyorum kendimi. Olay daha yaşanmadan zihinsel olarak tükenmiş oluyorum.

Bu tükenmişlik duygusunun bir adım sonrası ise aşırı analiz nedeniyle yaşanan felç hâli. “Analysis paralysis” olarak geçen bu durum, sürekli senaryo kurma ve her olasılığı düşünme ihtiyacının bir sonucu. Gidecek miyim, nasıl gideceğim, geç mi kalırım, yorgun mu düşerim, dönünce nasıl olur… Bu sorular öyle bir hâl alıyor ki artık karar verme kapasitem kalmıyor. Düşünmekten adım atamaz hâle geliyorum.

Tam da bu noktada devreye kaçınma davranışları giriyor. Psikolojide “avoidance coping” olarak geçen bu başa çıkma yöntemi, kişi için stresli görünen durumlara karşı bilinçli veya bilinçsiz şekilde geri çekilme şeklinde ortaya çıkıyor. Etkinliğe gitmemek, planı iptal etmek ya da kendini hasta gibi hissetmek aslında bu kaygıyla başa çıkmanın bir yolu oluyor. Bu da, dışarıdan basit bir "vazgeçiş" gibi görünse de içeride daha karmaşık bir sürecin sonucu.

Bazen bunun ardında bir başka eğilim de yer alabiliyor: mükemmeliyetçilik. Eğer bir olaydan tam anlamıyla keyif alamayacağımı hissedersem, gitmekten tümüyle vazgeçme eğilimi gösteriyorum. Psikolojide “perfectionism-based procrastination” olarak tanımlanan bu durum, eğer deneyim tam olarak beklentilerime uymazsa, en iyisi hiç denememek gibi bir zihinsel oyunla kendini gösteriyor.

Tüm bunların yanı sıra, bazı insanlar dış uyaranlara karşı daha hassas. Gürültü, kalabalık, geç saat, uzun yol gibi etkenler, beynin aşırı uyarılmasına neden olabiliyor. Buna “sensory overload” deniyor. Duyuların bir anda aşırı uyarılması, zihinsel bir kaçış refleksi yaratabiliyor. O yüzden konser gibi etkinlikler, özellikle fiziksel veya sosyal açıdan yorucu görüldüğünde gözümüzde orantısız bir şekilde büyüyor.

Tüm bu kavramları öğrendikçe, yaşadığım durumun bir üşengeçlik ya da kararsızlık meselesi olmadığını daha iyi anladım. Bu davranış biçimleri, zihnin kendini koruma yolları. Ama her zaman işe yaradıkları söylenemez. Kimi zaman bizi gerçekten korurlar; ama çoğu zaman, tam da istediğimiz şeyleri deneyimlememizi engellerler. Bu döngü fark edildiğinde kırılabiliyor. Önemli olan, bu anları fark edip kendimize karşı anlayışlı ve meraklı bir yerden yaklaşmak. Belki de sorun bizim “neden böyleyim?” sorumuzda değil, “nasıl daha rahat hissedebilirim?” sorusunu sormamamızda gizlidir.