Devrime Adanmış Bir Hayat: Mücadele Ruhu

Dizlerimin üstünde yaşamaktansa ayaklarımın üstünde ölmeyi tercih ederim.

Doğar, büyür ve ölürüz. Bu basit yaşam döngüsünün içinde asıl mesele, ne kadar uzun yaşadığımız değil, nasıl yaşadığımızdır. Kimi insanlar hayata zengin bir ailenin çocuğu olarak başlar; hayatı lüks ve zevk içinde geçirmekle mutlu olacaklarını sanır ve ömürlerini bu uğurda harcar. Kimileri ise yoksullukla başlar yolculuğa; zenginliğe ulaşmak için her yolu mubah sayar, hedefe giderken onurunu feda etmekten çekinmez. Bir başkası ise orta hâlli bir ailede dünyaya gelir, mevcut durumu kabullenir, sıradanlığın güvenli limanına sığınır ve kendisine miras kalan düşünceleri sorgulamadan gelecek kuşaklara aktarır.

Milyarlarca insan bu döngü içinde yaşayıp gider. Ama tarihte iz bırakabilenler, bu döngüyü kırmayı başaran birkaç kişiden ibarettir. Onlar iyi ya da kötü hatırlanabilir ama asıl mesele, arkasında bir iz bırakabilmeleridir.

İşte bu iz bırakan insanlar isyankâr bir ruha sahiptir. Mevcudu asla kabullenmezler. Gerçeğin eğilip bükülmesine direnir, son nefeslerine kadar mücadeleyi bırakmazlar. Peki onların yaptığı bu mücadele, ezilenlerin yanında yer almak gerçekten kolay mıdır? Bu soruyu fiziksel zorluklar üzerinden değil, ruhsal ve toplumsal boyutlarıyla ele almak gerek. Ezilenlerin safında olmakla olmamak arasında büyük bir uçurum vardır. Çünkü bu tercih, ciddi bir sosyolojik gerçeği kabullenmeyi ve onunla yüzleşmeyi gerektirir.

Yoksul topluluklara baktığımızda karşımıza benzer manzaralar çıkar. Eğitimden mahrum kalmış, çaresizliği kabullenmiş, kurtuluşu kendi celladında arayan insanlar… Bertolt Brecht’in deyimiyle, “kendisini keseceğim” diyenlere karşın salhaneye koşarak giden insanlar…

Eğitimsizlik öyle derin bir kuyu ki, içine düşenler bırakın çıkmayı, düştüklerini bile fark edemezler. Onlar hayatlarını küçük hesaplarla geçirir; üç kuruşluk menfaatler uğruna kendi geleceğini kurban ederler. Şehrin kenarında, görünmeyen yüzünde, teneke damların altında yaşarlar. Ortalık suçla dolup taşar, kadınlar dayak yer, kız çocukları küçücük yaşta gelinlik giyer. Üstelik bütün bunları birkaç torba makarna, bir avuç kömür karşılığında kendilerine lütfedenlere minnetle oy vererek sürdürürler. Temizlik ve hijyen kavramları ancak televizyonda gördükleri reklam sloganları kadardır; çocukları okula değil, tamircideki kirli eller arasında büyür.

Yoksulların ortak kaderidir bu. Dünyanın neresine giderseniz gidin; Afrika’nın sıcağında, günlük 1 dolara İngiliz şirketlerine kölelik yapan adam ile Türkiye’de açlık sınırının altında yaşayıp, sendika hakkından bihaber, emeğiyle ürettiğini kendi eliyle oy verdiği hükümet eliyle patronlarına peşkeş çeken işçi arasında şaşırtıcı bir benzerlik bulursunuz. Her ikisi de sömürü düzenine gönüllü bir şekilde katkı sağlar, kendi kaderini çizene alkış tutar.

Afganistan örneğini ele alalım biraz. İlk bakışta ne görürüz? Kadınları burkalara saran, elleri sopalı, eğitimsiz adamlar... Karşılarında ise sözde demokrasi armağanıyla gelmiş, pembe yanaklı, pırıl pırıl üniformalı Amerikan askerleri. Ne kadar kolay, değil mi? Basit, siyah ve beyaz bir hikâye.

Ancak gerçek hikâye o kadar da net değil. Sahnenin arkasında bambaşka bir oyun oynanıyor. Taliban'ı yaratan, Sovyetlere karşı Afgan halkını dini sloganlarla mobilize eden "Yeşil Kuşak Projesi" ile ABD’nin kendisi değil miydi? Dün Afgan topraklarında uyuşturucu ticaretini yöneten, kendi yetiştirdiği canavar bugün elini ısırınca, aniden demokrasi havarisi kesildi.

Evet, Taliban’ın uygulamaları kabul edilemez ve çağdışıdır. Ama bu gerçeğin ötesinde, işgalci bir güce karşı kendi topraklarını savunan bir halkın cesareti de göz ardı edilmemeli. Hani şu "özgürlük götürdükleri" topraklarda özgürlüğü bombalarla hediye eden "kahraman" ordular var ya, işte onlar gittikleri her yerde karanlık hikâyeler bırakırlar.

Bu oyunun aktörleri değişir ama senaryo hep aynıdır: Güçlülerin yazdığı oyun, zayıfların sahnede boy gösterdiği trajikomik bir dramdır.

Hollywood filmlerinin bize öğrettiği "pembe yanaklı, kahraman Amerikan askeri" mi haklıdır, yoksa ülkesini savunan, sakallı, çamurlu çarıklı Afgan mı? Bu sorunun cevabını bulmak kolay değil. Ancak bir gerçeği görmek gerek: Ezilenlerin safında olmak, çoğu zaman kirli, karmaşık ve çelişkili bir tercihtir. Hayat beyaz ve siyah gibi net bir şekilde kategorize edilemez gerçekler yoktur. Bazen grinin içindeki beyazı ya da beyazın içindeki griyi görmek gerekir.

Benzer şekilde, gecekondunun tozlu penceresinden bakan adam, yaşadığı sefaletin sorumlusunu sorgulamak yerine, onu kutsar. Onu bu hale getiren siyasetçiyi bir tür mehdi ilan eder. Eğitimsizliğin sarıp sarmaladığı bu insanlar için "sorgulamak" neredeyse küfür gibidir. Kızlarını okula göndermek yerine çeyiz sandığına kilitler, sonra da “kadının yeri evidir” diye nutuk atar. Özgürleşmesi gereken birey, bir anda ailenin namus vitrini olur.

Hayatı boyunca eline geçmemiş, geçse de taksitini ödeyemeyeceği kadar pahalı bir yerli otomobil için, “Biz yaptık, Avrupa çıldırıyor” diyerek övünür. Avrupa’yı çıldırtan şeyin bu otomobil değil de eğitim seviyemiz olduğunu söyleyene ise anında hain damgası yapıştırılır. Komplo teorileriyle yoğrulmuş zihin, “dış güçler bizi kıskanıyor” cümlesini evrensel gerçek sanır. Oysa dış güçlerin umurunda bile değiliz; ama bunu anlatmak, yıldızlara dilek tutmaktan daha zor.

“Ezanlarımızı susturamazlar, bayrağımızı indiremeyecekler!” diye bağırır durmadan. Sanki bir dönem bayraklar ipten alınmış, ezanlar fişe takılmış gibi. Oysa bu söylemler, gerçeğin üzerini örten birer battaniyedir. Dini ve milliyetçiliği ustaca kullanan siyaset, bu afyonla halkı derin uykuya yatırır. Uyandıklarında ise artık hiçbir şey onlara ait değildir: ne fabrika kalmıştır, ne kamu alanı… Her şey sessizce yandaşlara ya da yabancı şirketlere peşkeş çekilmiştir.

Ama halk bunları konuşmaz. Onlara göre gündem başkadır: Şurada petrol bulduk, burada doğalgaz fışkırdı! F-16’lar geçer, tanklar döner, haber bültenlerinde vatan kurtarılır. Halk ekran başında “güçlüyüz” diye sevinirken, arka planda ülke ekonomik batakta debelenmektedir. Ama bu tiyatronun büyüsüne kapılan birine gerçekleri anlatmak mümkün mü? Hayır. Çünkü artık onun zihninde güçlü olan bağırandır, azarlayandır, “yerli ve milli” maskesi takandır.

Sen ne dersen de... Onun için lideri peygamberle yarışır, eleştireni ise vatan hainidir. Tarih bilmez, coğrafyayı haritadan ibaret sanır. Vergisinin kime gittiğini, neden maaşıyla ay sonunu getiremediğini sorgulamaz ama seni ahlaksız, seni çıkarcı, seni bölücü ilan eder. Kendisi beş kuruş için her türlü dalavereye başvurur, ama ağzından "ahlak"ı düşürmez.

Çünkü cehalet en sinsi sömürü aracıdır. Hele bir de üzerine din ve milliyetçilik sosu dökülünce, halk kendi zincirlerini altın sanıp öpmeye başlar...

Ama işte tam da bu yüzden, ezilenlerin safında yer almak, gerçek bir vicdan ve sarsılmaz bir inanç gerektirir. Bu mücadele sadece fiziksel değil; derin bir manevi yük, sabır ve cesaret ister.

Tarih, bu mücadeleyi verenleri asla unutmaz. Tek başına da olsak, doğru bildiğimizin arkasında durmak, haklının yanında saf tutmak, toplumun dayattığı önyargılara rağmen dimdik durmak, esas mücadelenin özüdür. Çünkü zalimler, çoğu zaman ezdikleri insanların desteğiyle güçlenmiş; ama yine onların başkaldırısıyla devrilmişlerdir.

Devrimci bir ruha sahip olmak, kimi zaman uğruna mücadele ettiğin insanlar tarafından taşlanmayı göze almayı gerektirir. Yolun zorlu olduğu açık. Ancak gerçek cesaret, en çok da bu çelişkilerin içinden geçerken ortaya çıkar.

İşte bu yüzden, devrimci ruhları anlamaya çalışmak, sadece bir tarih okuması değil; bir vicdan muhasebesidir.

Halka Rağmen Değil, Halkla Birlikte Mücadele

Bazı gerçekler vardır, dile getirildiği an cam gibi çatlar dünya. İşte tam da öyle bir yerden konuşuyorum. Kalemimden satır dökmek kolay; ama halkın karşısına geçip, yine halk için mücadele etmeyi göze almak... İşte o cesaret ister. Çünkü mesele sadece bir direniş değil, bir kuşak mücadelesidir aslında.

Hayır, o reklam jingle’ına dönmüş “X-Y-Z kuşağı” lakırdısından bahsetmiyorum. Sınıflandırmalarla değil, temasla ilgileniyorum. Çünkü bir kişinin fikrini değiştirdiğinizde, onunla birlikte çocuklarını, eşini, çevresini de dönüştürebilirsiniz. Döngü, tam da orada kırılır. Büyük zaferler, küçük adımlarla başlar.

Sol düşüncenin bu topraklarda bir çiçek gibi filizlenmesi hiç kolay olmadı ki... 12 Eylül, sadece bir tarih değil; bu ülkenin üzerinden geçen palet izidir. Ve hâlâ kurumamış yarasıdır. Bugün ülkede sendikalaşma oranı %4 civarında ve onun da yarısı “sarı”dan ibaret — patronun dizinin dibinde grev yapar gibi yapıp sonra çay içerler. Bu tabloda kitlesel bir devrim mi? Şimdilik ütopya.

Ama biz ütopyalara inanırız. Zor olanı seçeriz. Çünkü kolay olanı liberaller çoktan kapmış. Onlar halka sırtını dönerken, biz en yakın mücadele alanından başlamak zorundayız. En bilinçsiz bireye en temel gerçeği anlatmakla... Bıkmadan, usanmadan. Yoksa "oh olsun" diyip geçeriz, mücadele falan kalmaz ortada.

Evet, biz de halkımızın eğitim durumunun farkındayız. Kadınına biçtiği “ev eşyası” rolünü, çocuklarına verdiği “külfet” muamelesini biliyoruz. Ama biz, yukarıdan bakan parmaklarla değil; yan yana gelen ellerle yürürüz. Çünkü yoksulluk bir tercih değil, sistematik bir sonuçtur. Ve bu sonuç; çürümüş eğitimden, manipülatif medyadan, vicdansız ekonomi politikalarından doğmuştur.

Karşımızdaki insanı anlamadan, değiştiremeyiz. İlk adım empati; ikinci adım sabırdır. Çünkü devrimci mücadele yalnızca sistemle değil, halkın sistem tarafından biçimlendirilmiş haliyle de verilir. Ama bu mücadele, halka rağmen değil, halkla birlikte yürütülmelidir.

Unutma: devrim sadece pankart açmak değil, bir pazar sabahı kahvede “Nasılsın?” diye sormakla başlar. Fabrika kapısında bekleyen işçiye çay vermekle, okuldan alınmış bir çocuğun gözlerindeki korkuyu fark etmekle büyür. Eğitimle sulanır, dayanışmayla yeşerir, örgütlenmeyle kök salar.

Bu halk sistemden nefret etmiyor sanmayın. Sadece başka bir dünyanın mümkün olabileceğini hayal etmiyorlar artık. İşte bizim işimiz, o hayali yeniden kurdurmak. O ateşi yeniden yakmak. Çünkü biz yalnızca adalet istemiyoruz. Hatırlatmak istiyoruz: “Başka bir yaşam mümkün.”

Romantizm değil, umut. Safdillik değil, kararlılık. Devrim bazen bir işçinin hakkını aramasıyla başlar, bazen bir çocuğun kitap almasıyla... Yeter ki küçümsemeyelim. Çünkü küçümsemek en büyük ihanettir. Ve umudu kaybetmek, teslim olmaktır.

Bu yüzden: Küçümsemek yok. Umutsuzluk yok. Halktan kopmak yok.

Yalnızca anlatmak, öğretmek, dinlemek ve değiştirmek var.

Başka da yolumuz yok.