Lipstick teorisi: Parıldayan dudaklar, yanan beyinler

Yarın yokmuş gibi hissediyorum

Kendimi sık sık şu soruyu sorarken buluyorum: Neden bu kadar süslenmek, eğlenmek, gezmek, para harcamak istiyorum? Neden günün sonunda kredi kartı ekstreme bakıp "salaksın senn" diye kendimi yesem de, bir sonraki gün yine “hakkım bu” diyerek dışarı çıkmak istiyorum?

Çünkü yarın yokmuş gibi hissediyorum

Depresyonun diplerinden geçtim. Uzun bir karanlık dönemden sonra biraz ışık gördüm diyeceğim ama yalan olacak. Bu düzende bu dünyada o parlak ışığı görmek imkansıza yakın artık. Ben, en mutsuz dönemlerimden sonra artık yeter noktasına gelerek zar zor kendi yarattığım ışığın peşinden koşuyorum. Borçla, stresle, içimde bir tedirginlikle… Ama koşuyorum. Yaşadığımı hissetmek istiyorum çünkü bugünü yaşayamamak ihtimali çok gerçek. Bu koşullar altında kadın olarak, genç biri olarak, vatandaş olarak… Her anı dolu dolu yaşama isteğim, sadece hedonistik bir dürtü değil; bu aynı zamanda bir hayatta kalma stratejisi.

Lipstick teorisi ne?

Lipstick teorisi diye bir kavram var. Şöyle düşün: Bir yandan dünya yanıyor, ekonomik kriz derinleşiyor, haklarımız tehdit altında… Ama ben dışarı çıkmadan önce parlayan bir lipstick sürüyorum. Çünkü o renkli dudaklar bir tür hala hayatımı güzelleştirecek zamanım ve imkânım var. Normal yaşamımdayım hissiyatını veriyor. Belki de kırılganlığımı örten parlak bir kalkan. Korkularımı bastıran küçük ama güçlü bir jest.

Aslında bu "lipstick effects"ti ve ekonomik kriz zamanları insanlar lüks ürün alamasa bile böyle daha az maliyetli ürünlere yönelince satışların yukarı çıkmasına bağlı bir teori. Yani tatile çıkamıyoruz da her gün kafede bulşuyoruz gibi. Ev alamıyoruz ama trendyol kargolarımız eksik olmuyor.

Bazılarına göre bu "boş işler"... Ama bana göre, hayatta kalmanın şekli.

Tükenmişliğin panzehiri: Daha fazla yaşamak

Tükenmişlik artık klinik bir sendrom değil, kolektif bir ruh hali. Sabahları kalkmak zor, geleceği düşünmek boğucu. İşte tam da bu yüzden, bazı sabahlar kendime sadece şunu diyorum: “Hadi bir kahve içelim, sonra düşünürüz.”

Sistemin bizi tüketerek yaşattığı bir düzende, ben tüketerek hayatta kalmaya çalışıyorum. O çokça eleştirilen “tüketim toplumunun parçası” olmamın nedeni, belki de artık başka hiçbir şeyin dopamin ve serotonin sağlayamaması. Elimde mutlu olaak bir şey kalmadı.

Oyun mu, direniş mi?

Biliyorum, bu sistem bana tam olarak bunu yapmak istiyor olabilir. Düşünmeyeyim, analiz etmeyeyim, sadece alayım, harcayayım,eğleneyim, gezeyim kendime biraz daha benziyim… Belki de tuzağa düşüyorum. Ama aynı zamanda bu “boş görünen eylemler”, varlığımı hatırlamak için yaptığım uyarı hamleleri.

Bu bir isyan mı, yoksa oyunun bir parçası olmak mı, hâlâ bilmiyorum. Ama şunu biliyorum: Bu bana iyi geliyor. Ve belki de bu dünyada “iyi gelene tutunmak”, zaten en politik eylem.

Teorik bir karşılık: afrodistopya mı, hedonik direniş mi?

Sosyolojik olarak bu hissin karşılığı birkaç kavramda karşımıza çıkıyor:

  • Hedonik kaçış: Tükenmiş bireyin mutluluğu geçici keyiflerde araması.
  • Afrodistopya: Distopik dünyada hazza sarılarak gerçeği bastırma çabası.
  • Prekarya yaşam tarzı: Geleceği olmayan bireyin günü kurtarma refleksiyle yaşaması.

Ve bu hâllerin hepsi bir yana, bugünün gençliğine has yeni bir politik mentalimiz var: Sürekli yorgun, sürekli eğlenmek isteyen, ama hep biraz da uyanık olan bir kuşak.