Medya, woke, MAGA'cılar, cancel culture ve yükselen sağın savaşı

Woke kültürle savaşan sağcı söylemler, algoritmalarla kutuplaşan dijital alanlar.


Woke kültürle savaşan sağcı söylemler, algoritmalarla kutuplaşan dijital alanlar

Gündelik hayatımıza giderek daha fazla sızan bir kavram var: kültürel savaşlar (culture wars). Siyasi partilerin seçim stratejilerinden sosyal medyadaki tartışmalara kadar uzanan bu savaş, sadece yasalarla değil, değerlerle, sembollerle, kelimelerle ve kimliklerle ilgili. Taraflar genellikle “biz ve onlar” ayrımıyla konuşuyor: Biz aileyi, gelenekleri, özgürlüğü savunuyoruz — onlar ise bu değerleri yok ediyor, sistemi bozmaya çalışıyor.

Bu kutuplaşmanın merkezine yerleşmiş en tartışmalı terimlerden biri ise woke kültür. İngilizce’de “uyanmış” anlamına gelen “woke”, başlangıçta ırkçılık, toplumsal cinsiyet eşitsizliği ve homofobi gibi adaletsizliklere karşı duyarlı olmak anlamında kullanılıyordu. Ancak zamanla özellikle sağcı politik aktörler tarafından, geleneksel değerleri tehdit eden, fazlasıyla “hassas” ve “dayatmacı” bir ideoloji gibi gösterilmeye başlandı. Artık birçok muhafazakâr söylemde woke kültür; “söz söyleme özgürlüğünü engelleyen”, "her şeye alınan" bir canavar gibi resmediliyor.

Tam bu noktada devreye “cancel culture” yani "iptal kültürü" veya sosyal medya için kullanılan adıyla "linç kültürü" giriyor. Bir ünlünün, bir akademisyenin ya da sıradan bir sosyal medya kullanıcısının yaptığı bir açıklama nedeniyle kitlesel olarak linç edilmesi ya da işinden edilmesi, son yıllarda sıkça gördüğümüz bir durum. Bu da ifade özgürlüğü, sansür, linç ve sorumluluk gibi kavramları yeniden tartışmaya açıyor. Kim susturuluyor, kim gerçekten özgür? Ve bu tartışmalar medya aracılığıyla nasıl şekilleniyor?

Bugün bu sorular, yalnızca bireysel kanaatler düzeyinde değil; dijital algoritmalar, medya kuruluşları ve siyasi kampanyalar üzerinden de şekilleniyor. İnternetin sunduğu “özgürlük” alanı, artık birer yankı odasına dönüşmüş durumda. İnsanlar yalnızca kendi görüşlerini onaylayan içeriklerle besleniyor; yarattığı filtre balonları ve algoritmaların da şekillendirmesiyle farklı fikirlere değil, benzer düşüncelere maruz kalıyor: Ana akım medya kanalları izleyicisinin gündemiyle Instagram veya Twitter'da (X'e hâlâ alışamadım.) saatler geçiren bir gencin dünyası neredeyse hiç kesişmiyor. Böylece herkes kendi fikri ve zihniyeti içinde radikkalleşiyor. Farklı dünyalarda olmayı bırak korkunç derecede keskinleşiyoruz.

Peki bu kültürel çatışmalar ve dijital kutuplaşma sadece fikir ayrılıklarını mı gösteriyor, yoksa daha derin bir iletişim krizinin, kimlik arayışının ve temsil mücadelesinin dışavurumu mu?

Amerika örneği

Bugün Amerika’da kutuplaşma yalnızca fikirlerle değil, duygularla da örülüyor. MAGA (Make America Great Again) hareketi bu duygusal enerjiyi oldukça etkili biçimde kullanan bir iletişim gücü hâline geldi. “Make America Great Again” sloganıyla yalnızca nostaljik bir Amerika özlemi pazarlanmadı; aynı zamanda ‘öteki’ne duyulan öfke, sistemin demokratlarına ve elitlerine karşı bir intikam duygusu ayrıyeten toplumun değişiminden duyulan korku da sloganın görünmez eşlikçileri oldu.

MAGA'cılar için woke olmak bir tehdit. Çünkü woke kültür; tarihi yüzleşmeleri, cinsiyet kimliklerini, azınlık haklarını ve sistemik ırkçılığı görünür kılıyor. Bu, sağ popülist kitleye göre ulusal birliğe bir tehdit oluşturuyor. Sağcı medya bu duyguları büyütmekten geri durmuyor. Bazı figürler TV ekranlarında "Amerika elden gidiyor" retoriğini sürekli pompalarken, öte yandan TikTok’ta aktivist gençler, videolarla sistemin sömürüsünü ifşa ediyor. İki farklı medya evreni, iki farklı gerçeklik.

Yankı odaları, algoritmalar ve gerçekliğin bükülüşü

Kutuplaşma yalnızca içerikte değil, araçlarda da belirgin. Sağcılar Twitter ve Truth Social gibi platformlarda örgütlenirken, daha sol veya aktivist genç kuşak TikTok ve Instagram Reels gibi mecralarda yankılanıyor. Herkes kendi odasında bağırıyor. Kimse kimseyi duymuyor. Birbirlerine olan öfkeleriyse bir çığ gibi büyüyor; aralarındaki duvarlar kalınlaşıyor. Artık kimse karşı bölgeye geçemez, onları duyamaz ve göremez. O kadar uzun zamandır yankı odalarında gaza geldiler ve nefretlerini körüklediler ki birbirleriyle iletişim kurmaya tahammülü de kalmamıştır zaten kitlelerin.

“Yankı odaları” yalnızca benzer fikirlerin tekrarlandığı bir ortam değil, aynı zamanda gerçeğin yeniden kurgulandığı laboratuvarlar hâline geldi. 

Algoritmalar, kişisel ilgi alanlarımızı ve tepkilerimizi saniyeler içinde analiz ederek bizi aynı düşünce kalıplarına mahkûm ediyor. Ancak mesele sadece teknik bir mesele değil; siyasetçilerin bu ortamı nasıl kullandıklarıyla ilgili. İşte burada iletişim stratejileri, troller, deep fake’ler ve yalan haber fabrikaları devreye giriyor.

Post-truth (hakikat sonrası) çağın en belirgin özelliği, doğrulukla inandırıcılığın yer değiştirmesi. Artık önemli olan bir bilginin doğru olup olmaması değil, ne kadar çok kişiye ulaştığı ve duygusal olarak ne kadar tetiklediği. Sağcı liderler bu ortamda adeta sahne sanatçıları gibi hareket ediyor: Duygulara hitap eden kısa videolar, karşıtları "şeytanlaştıran" söylemler, kurguya dayalı haber başlıkları…

Örneğin Trump döneminde “alternative facts” (alternatif gerçekler) ifadesi bir kurumsal dil hâline getirildi. Basın toplantılarında açıkça yalan söyleniyor ama bu yalan, hedef kitlenin duygusal ihtiyaçlarını karşıladığı sürece kabul görüyor. Bu durum agenda setting (gündem belirleme) kuramını aşıp, bir tür “gerçekliğin üretimi”ne dönüşüyor.

Sağ görüşlü trol orduları, sosyal medya üzerinden aktivistleri hedef alırken, diğer yanda kendilerine ait “mikro medyalar” yaratıyorlar. Telegram grupları, YouTube kanalları, bloglar ve forumlar… Her biri kendi "hakikat alanını" inşa ediyor. Böylece artık tek bir kamuoyu yok; birbirinden tamamen kopmuş dijital kabileler var.

Cancel culture (iptal kültürü) tartışması ise bu çatışmanın başka bir cephesi. Bir kesim bunu bir tür “sosyal adaletin aracı” olarak görürken, diğer kesim ifade özgürlüğünün önünde bir tehdit olarak çerçeveliyor. Sağcılar, woke kültürün getirdiği duyarlılıkları “sus payı” olarak yorumluyor: “Artık bir şey söyleyemiyoruz!” serzenişi bunun en basit örneği.

Bugün medya; kimlik inşa etme, taraf belirleme ve hatta kutuplaştırarak düşman yaratma işlevini üstlenmiş durumda. İki uç kültür arasında yürüyen bu savaşlarda, her iki taraf masaya çıkıp tepinirken, arada kalan geniş bir sessiz kitle var. Bu kitle ne tam olarak sağın öfkesini ne de solun ahlaki üstünlük iddiasını temsil ediyor. Ancak tam da bu yüzden, "görülmeyen", "duyulmayan" ama algoritmalarla şekillendirilen bir gerçekliğin içinde savruluyor.

Bireysel ve toplumsal medya okuryazarlığımızı, aynı zamanda demokrasi kültürümüzü yeniden kurmak için herçeklik, iletişim stratejileri, manipülasyon teknikleri ve radikâlleşme gibi terimleri anlamalı ve büyük resmi görmeliyiz. Ancak o zaman birbirimizle kavga etmek yerine sisteme dönüp bakabiliriz. İşte bunu başarırsak zaten demokratik zemini tekrar kazanmak için mücadele edeceğimize eminim.