Minimalizme Bir Bakış
Hayatımıza anlam katmaya çalışıyor bunu da geçici tüketimlerle yapmayı deniyoruz.
Nedir bu minimalizm? Neden öyle sade sıkıcı bir hayatım olsun ki!
Atıksız yaşamın sırlarını öğrenmeye çalışıyoruz. Sürdürülebilirlik diyoruz, ileri dönüşüm, geri dönüşüm diyoruz. Bir hayat felsefesi edinmeye çalışıyoruz. Karbon ayak izimizi arttırmadan, dünyaya şımarık zevklerimiz için zarar vermeyi bırakmayı hedefliyoruz. İsraftan, tasarruftan söz ediyoruz ama sadece söz edersek ettiğimizle kalırız. Biz neden sürekli tüketiyoruz, sürekli yeni şeyler istiyoruz, sosyal medyada ana sayfamız bile sürekli olarak yenilensin istiyoruz? İnsanın doğası mıdır bu sizce?
Yoksa arkasında büyük güçler mi var? :) Büyük güçler mi, aileler mi, bu bir plan mı orasını ben bilemem :) Büyük paralar ve manipülasyonlar olduğundan haberdarız en azından. İnsan aslında o kadar bencil, üretmeden tüketen bir varlık değil. Hızlı üretim dönemi, sanayinin gelişimiyle birlikte ellerindeki malları bize daha çok kârla satabilmek için rekabete giren firmalar gün geçtikçe daha aç gözlü hale gelmiş, yeni taktikler geliştirip bir tüketim kültürü yaratmışlar. Bizi bu kültüre yavaş yavaş alıştırmışlar. Biz bunu hiç farkında olmadan almazsak öleceğimiz etek için kredi kartlarımızı taksitlendirmeye devam etmişiz.
Fast food, fast fashion ve daha bir çok sektör. Zamanla nesnelere değer vermeye, insan ilişkileri, öz benlik, öz değer gibi kavramları önemsizleştirmişiz. Çünkü medya bizi çok fena yönlendirmiş arkadaşlar. Hayattaki amacını kaybeden, kendini bulamayan kaç kişi var? Sürekli çevremde duyduğum ve kendimin de içinden çıkamadığı sorular bunlar. Başarı benim için nedir, ben bu hayatta ne isterim, ne ile tatmin olurum, değer saydığım şeyler nedir bilmeden akışta devam ediyorum. Amacım yok. Sonra depresyonun tam ortasında diyorum ki big mac ne iyi giderdi ama! Hop uygulamadan söyle, gitmeye bile uğraşma. Sonra yine aynı depresyonda yatağımın içinde Instagram'da musmutlu, yüzü gülen insanları görüyorum. Ne kadar da güzel vücutları var bu kızların. O ayakkabı, o pantolon ne kadar da "cool". Benim hakkım yok mu? Hemen kendimi ödüllendirmek için linke tıklıyorum ve o pantolona ve ayakkabıya sahip olunca mutluluğu ve başarıyı yakalayacağımı sanıyorum. Oysaki elime alıp bir kere giydikten sonra kenarda çürüyecek iki parça daha umutsuz kalabalığıma karıştı.
Bu bizim suçumuz değil. Onlar her yerdeler. Yürürken reklam panosunda, Sosyal medyada reklamlarda ve takip ettiğin bütün fenomenlerin linklerinde, televizyonda, izlediğin dizide, okuduğun haberin sağ altında tam anlamıyla gözümüzü nereye çevirsek orada. Uyarıcılar bize şöyle diyor: Baksana, bunu alınca çok mutlu olacaksın, adeta sınıf atlayacaksın, herkes seni çok şık ve zarif görecek. Başarılı bir profil çizeceksin. Seni gerçekten tüm depresif duygulardan çıkaracak.
Buna inanmamızın sebebi mutluluğu kendimizde bulmayı unutmamız. Hayatımıza anlam katmaya çalışıyor bunu da geçici tüketimlerle yapmayı deniyoruz. Para kazanmalıyım, lüks bir hayatım, evim ne istersem onu alabileyim ve evet mutluyum. Hayır, üzgünüm değilsin. Netflix'te izlediğim belgeselde tam olarak bundan bahsediyor. The Minimalist. Zor çocukluk hayatları olan iki adam minimalist olmaya nasıl karar verdiklerini anlatıyorlar. Yoksul ailelerin çocukları ve büyüyünce bütün amaçları zengin olmak. İyi bir statü, ev, araba, para. Gerçekten de çok çalışarak ulaştıkları bu hayalleri, sorgulamalarını sağlıyor aynı zamanda. Hayat boş ve anlamsız geliyor. Bir yük, bir rahatsızlık var içlerinde. Sonra bir şekilde minimalizm ile tanışıyor, tekrar tepetaklak gitmek üzere olan hayatlarında gerçek tatmin ve keyifi yaşıyorlar.
Doyumsuzluğa alıştıkça kendinizi mutlu etmeniz imkansızlaşıyor. Daha çok iste, daha çok iste, en yenisi, en güzeli, bir farklı modeli derken asla memnun olmamaya başlıyorsunuz. Asıl mutsuzluğu da bu yaratıyor. Artık oturup iki dakika kendimizi dinlemiyoruz bile. Nasıl mutlu olacağınızı, neyi sevdiğinizi hobilerinizi unutmuş durumdasınız.