Stefan Zweig'tan "Korku"

Durağanlıktan sıkılarak hayatına heyecan arayan Irene'i korku dolu günler bekliyordur.

Alman edebiyatına ilgi duymamı ve eserleriyle ona hayran olmamı sağlayan Stefan Zweig’ın, yaklaşık 70 sayfada heyecanı, merakı ve en çok da korku duygusunu iliklerime kadar yaşattığı Korku adlı eserini incelemek istiyorum. Daha öncesinde okuduğum Satranç, Amok Koşucusu, Bilinmeyen Bir Kadının Mektubu gibi birçok eserinde yer alan, hepsi birbirinden farklı ve derin düşünülmüş karakterler üzerine kafa yormamı ve onlarla empati yapabilmemi sağlayan Zweig, en sevdiğim yazarlardan biri. Korkuda da tam olarak bunu başarmış çünkü kitaptaki ana karakter ile adeta bir yolculuğa çıktım.

Rahat bir burjuva hayatı süren Irene, olduğu durumdan sıkılarak kocasını bir piyanist ile aldatır. Bir kez sadakatsizlik yapmışken, ne mutluluk ne de hayal kırıklığı duyarak, bir görev duygusu ve alışkanlığın verdiği bir tür tembellikle (syf.11) sürekli piyanistin evine gider ve her defasında yaptığı mükemmel yolculuk planına rağmen yakalanacağından ve bunu öğrenen insanların onu aşağılayacağından endişe duyar. Bir gün korktuğu şey başına gelir. Evden tam çıkacakken bir kadın onu tanıyarak, tam da Irene’in tahmin ettiği gibi aşağılamaya, yüzüne küstahça gülmeye başlar. Bu durum karşısında Irene, kadına rüşvet teklif eder. Bu rüşvet, bir süre için kadının yolundan çekilmesini sağlar ve Irene intihar eden birinin kuleden atlaması gibi (syf.4) dışarı fırlar. Hemen kendini bir arabaya atar ve şantajcıya verdiği paralar yüzünden ücreti denkleştiremeyeceğini düşünüp çok ilerlemeden bilmediği bir yerde iner. Zar zor evine varan Irene, bu durumu kimseye belli etmemeye çalışır ama korkuyu en derinlerinde hisseder. Ancak surat asmayı sürdürerek ve kendini nedensizce geri çekip değerini yükselterek oynayacağı bu yeni oyun çekici gelmişti (syf.12) bu yüzden sevgilisini pastaneye çağırır. İşler istediği gibi gitmez ve kendine olan güveni şantajcıyla tekrar karşılaşınca yok olur. Artık evini ve ismini bilen şantajcıdan kaçış yoktur. Bir bakış, bir söz veya olağandışı bir hareket onun için tehdit unsuru olmuştur. Kocasının söylediği her sözde bir anlam arar ve yakalanmaktan ölesiye korkar. Sekiz yıldır evli olmasına rağmen kocasının nasıl birisi olduğunu ve bu olay eğer açığa çıkarsa nasıl tepki vereceğini bilmediği için onunla konuşmak ister ama bu girişimi başarısız olur. Artık neredeyse evden çıkamayan Irene, ev halkının dikkatini çeker ve bir sorun olduğu anlaşılır ancak yine de dışarı çıkmaktan korkar çünkü dışarıda elinde ateşten kılıcıyla şantajcı bekliyordur (syf.21). Şantajcıya karşı duyduğu korku yüzünden her şeyin açığa çıktığı bir kabus görür. İyice paranoyaya yakalanıp, uyandığında başucunda onu izleyen kocasının, onu öldürmek istediğini bile düşünür. Aslında her şeyden haberdar olduğunu ve bütün bunları yaptıranın o olduğunu kitabın sonunda anladığımız Fritz (Irene’in kocası), “Yani gerçekten bana söylemek istediğin hiçbir şey yok mu?”(syf.29) diye sorarak Irene’in gizlice ağzını arar. Irene ise onu bir çırpıda geçiştirir ve hiçbir şeyi ele vermez. Şantajcı hala para istemek için evinin yakınında dolaşırken Irene artık bu durumdan sıkılır ve kendini sokağa atar. Kendine gelmek için yürürken, beklemediği bir anda sevgilisiyle karşılaşır. Konuştuklarında sevgilisine karşı hiçbir şey hissetmediğini anlar ve Irene artık kendi geçmişine bir uçuruma bakar gibi bakar (syf.37). Aslında hayatının ne kadar güzel olduğunu ama artık yaptığı hatadan sonra o günlere dönmenin imkansız olduğunu fark eder ve bu korku onu yavaş yavaş hastalığın pençesine düşürür. Bir gün çocukları birbirleriyle kavga eder. Bu kavga yüzünden aldıkları cezayı kendi aralarında tartışan Irene ve Fritz’in birbirlerinden gizledikleri sırlar ortaya çıkar. İntiharın eşiğine gelen Irene, bütün gerçekleri öğrenince, kıymetini geç de olsa anladığı ailesiyle tekrar eskisi gibi olmaya çalışır.

Kitabı Irene’in ne zaman yakalanacağını merak ederek bir çırpıda okudum. Irene’in kocasıyla her yaptığı konuşmada sırlarının açığa çıkabilme tehlikesi beni gerdi. Zweig, “tehlikenin doğurduğu korku, içinde tuhaf bir çekim, ürpertici bir haz karıncalanması başlatmıştı bile, bu parmaklarını bir hançerin soğuk ağzına sürmek veya bir namlunun, içinde ölümü barındıran kara ağzına bakmak gibi bir duyguydu.(syf.12)” gibi betimlemeleriyle korku duygusunu, her saniye çok iyi aşılamıştı. Kitaplarındaki sayfa sayısının az olması, kesinlikle anlatmak istediğini kısa ve net bir şekilde okuyucuya ulaştırabilmesinden kaynaklı. Bu kitapta da bu yeteneğinin ustaca kullanılışını görüyoruz. İlk sayfadan itibaren beni kitabın içine çekti, merak ve gerilimi yavaş yavaş hissettirdi ve son sayfaya kadar hikayenin sürükleyiciliğinden kitabı elimden bırakamadım.

Zweig’ın bir erkek olarak yazdığı bu hikayede bir kadın gibi düşünüp bunu okuyucuya hissettirmesi, psikolojiye, Sigmund Freud’a duyduğu ilgiden kaynaklanıyor. Bu sayede kadın psikolojisini çok iyi anlayıp, konuyu etkili bir biçimde okura sunabiliyor. Kitap, ilahi bakış açısıyla yazılmasına rağmen olayları adeta Irene’in gözünden görüyoruz. Yaptıklarının kötü olduğunu bildiği halde kendini kötü biri olarak görmemesi, aynı zamanda burjuva sınıfının yüksek yaşam standartlarını kaybetmeyi göze alamaması ve saygınlıklarını korumak istemesi bana samimiyetsiz geldi ve Irene ile tamamen bağ kuramadım. Her ne kadar başka insanların olaylara farklı tepki verebileceğini bilsem de Irene ile empati yapamadım ve kitabın sonuna kadar onu sık sık haksız buldum. Bu yüzden, bence Irene karakteri, yaptığı hatanın farkında olmasına rağmen bunu kabullenmeyen ve kendini diğer insanlardan üstün gören, egosunu tatmin etmek için kendinden güç olarak düşük seviyede biriyle birlikte olan narsist biri. Aynı zamanda düzgün giden hayatındaki durağanlıktan sıkılıp kendini tehlikeli sulara atan, ne kadar cesur gözükse de içinde büyük bir korku barındıran birisi. Zweig, hem Irene’e hak vermemizi, bazen yaptıklarını mantıklı bulmamızı sağlıyor hem de bu yaptığının ne kadar kötü bir şey olduğunu her sayfada tekrar tekrar hatırlatıyor. Kitabında insanoğlunun elindekilerinin değerini bilmeden yaptığı doyumsuzlukları, onları kaybetme korkusu yaşamada aslında ne kadar kıymetli olduğunu asla öğrenemediğini vurgulamak istemiş.

Zweig, kitabında toplumsal baskı konusunu da genel olarak ele almaktadır. Irene karakteri, çevresindeki insanların ve burjuva toplumunun yargısı ve beklentileriyle, içinde yaşadığı müthiş korkuyla karşı karşıya kalmıştır. Bu toplumun gözünde küçük düşmemek için yakalanmaktan ölesiye korksa da, kendi yaptığına bakmaksızın, burjuvadan olmayan diğer kadınları aşağıladığını “aşığının kendinden önce böylesine aşağılık ve rezil bir kadına ilgi göstermiş olması gururunu incitmişti”(syf.8) sözünden anlayabiliyoruz. Aslında yargılanmaktan korktuğu topluluk ile aynı yerde duruyor, aynı düşünce yapısına sahip ancak kendisi bunun farkında değil.

Stefan Zweig, usta bir şekilde, psikolojik soruna yol açan kaygılardan en büyüğü olan korku duygusunun, insan psikolojisini nasıl darmaduman edebileceğini ve hareketlerine nasıl yansıyacağını, hatta intihara kadar sürükleyebileceğini çok net bir şekilde gösteriyor. Ayrıca insanların, dışarıdan mutlu ve her şey yolundaymış gibi gözüküp aslında iç dünyalarında nelerle mücadele edip saklamak zorunda kaldığını da anlatıyor. Irene’in içinde kendi kendini cezalandırması, bulunduğu durumu bir türlü anlatamaması ve git gide içine daha çok atması, bu olayların onu intiharın eşiğine kadar getirmesine kitap boyunca çok üzüldüm. Öyle ki, sanki gerçek insanlarmış gibi Fritz’in verebileceği ceza gerçekten bu mu olmalıydı diye uzun uzadıya düşündüm. Buradan çıkarabileceğim tek sonuç; Zweig’ın gerçek hayatta karşımıza çıkabilecek karakterler yazması ve kurgular tasarlaması.

Bana göre, Stefan Zweig’ın kısa görünen ancak okuyucuda uzun süreli bir etki bıraktığı Korku kitabı kesinlikle okuduğuma değen ve tavsiye edebileceğim bir eser.