Tanrı Susar, İnsan Konuşur | Habil ve Kabil’in Sessiz Düellosu

Bu yazımda, Habil ile Kabil’in hikâyesiyle insanlık tarihindeki ilk cinayeti anlatıyorum.

Toprak yeniydi. Rüzgâr, henüz hangi yöne doğru esmesi gerektiğini bilmiyor gibiydi. Dağlar gençti, ağaçlar ürkek. İnsan ise hâlâ öğrenme aşamasındaydı; doğmakla yaşamak arasında ince bir çizgide, usul usul yürüyordu. İşte bu kırılgan zamanlarda, iki kardeş büyüdü: biri koyunların peşine takıldı, diğeri toprağın.

Hikâyeyi herkes bilir: Habil, Kabil, kurbanlar, Tanrı’nın kabulü, taş… Ama dur. Bu bir masal değil. Bu, insanın ilk aynayla karşılaşması. Ve o aynada kendini görmeye cesaret edememesi.

Kardeşlik Denilen O İnce Bıçak

Kabil çalışkandı. Toprağı severdi ama toprağın karşılık vermemesi onu yavaş yavaş içten içe kemirirdi. Habil ise doğayla daha barışık, daha hafifti. Hayvanları anlardı; belki de içindeki şiddeti onlara bakarak ehlileştirirdi. Zaten trajediler hep buradan doğmaz mı? Biri kabullenir, biri sorgular. Biri verir, biri hesaplar.

Tanrı’ya adaklar sunulur. Habil en güzel kuzusunu koyar taşın üstüne. Kabil ise bir sepet tahıl. Sonra gökyüzü karar verir. Habil’in dumanı düz yükselir, Kabil’inki yana yatıp dağılır. Sessiz bir tercih, ama sanki kalbin tam ortasına indirilen bir yumruk gibi…

Tanrı açıklama yapmaz. Sadece kabul eder ya da etmez. İnsan işte orada düşmeye başlar.

Taşın Gölgesi

Kabil ne yapsaydı da Habil’in yerini alabilirdi? Daha fazla tahıl mı? Daha iyi toprak mı? Hayır. Sorun sunuda değildi. Sorun, bakışta gizliydi. Kabil kardeşine bakıyordu ama artık onu kardeşi olarak görmüyordu. Onu, yerini aldığı biri olarak görüyordu. Gölge gibi peşinden gelen bir öfke, gece gibi sinsice çöktü üzerine.

“Gel,” dedi bir gün Habil’e, “tarlaya gidelim.” Ne kadar sade, ne kadar gündelik bir teklif. Belki Habil başını bile kaldırmadan “olur” dedi. Belki konuşmadılar bile yolda. Sonra bir taş… Ne kadar sıradan bir şey değil mi? Her yerde bulunan, adı bile olmayan bir kaya parçası. Ama o gün, bir kardeşin alnına, diğerinin alnına değil — yüreğine indi.

İlk defa bir insan, başka bir insanın gözlerini sonsuza kadar kapattı. İlk defa toprak, bir bedeni sır olarak içine aldı. İlk defa rüzgâr, başka bir ses taşıdı: vicdanın sesi.

Yüzü Olmayan Bir Hatıra

Tanrı yine sessizdi. Ama toprak değildi. “Kardeşinin kanı bana bağırıyor” dedi. Şikâyet değil bu. İhbar da değil. Bu bir yankı. Suçun sonsuz yankısı.

Kabil’in alnına bir işaret konduruldu. Kimse neye benzediğini bilmez. Ama biz hâlâ onunla karşılaşırız. Bazen kendi yüzümüzde, bazen başkalarının. Kabil yürüdü gitti. Yaşadı. Kaçtı. Kurdu, yıktı, büyüttü. Ama o işaret, alnında değil, dilinde dolaşır oldu. “Ben kardeşimi korumakla yükümlü müyüm?” diye sordu. Cevap verilmedi.

Belki de bu hikâyede asıl susan Tanrı değil, biziz. Kabil’in sorusunu duymamayı tercih ettik. Çünkü cevabını içimizde çok iyi biliyorduk.

Ve O Taş Hâlâ Orada Duruyor

Bugün, o taş hâlâ aynı yerde duruyor. Belki başka bir isimle, başka bir elde. Ama duruyor. Ve biz, her tartışmada, her öfkede, o taşa bir adım daha yaklaşıyoruz.

Habil hâlâ sessiz. Kabil hâlâ yorgun. Ve Tanrı hâlâ orada bir yerde. Belki bakıyor, belki gözlerini kapamış. Kim bilir?

Ama bildiğimiz bir şey var: ilk cinayeti biz işledik. Ve o ilk yara hâlâ kapanmadı.