Taze Aşık Birinin Gözünden “Kamelyalı Kadın”

İşte aşk, her şeye rağmen sevebilirseniz aşk.

 Kamelyalı kadın, Alexandre Dumas Fils tarafından yazılmış, ilk baskısı 1848 yılında yapılan roman. Kadın başrolümüz "Marguerite Gautier" ise, Alexandre Dumas'ın geçek hayattaki sevgilisi Marie Duplessis'a dayanıyor.

Gerçekçi anlatımı da buradan geliyor. Hislerini o kadar iyi tanımlıyor ki… Çektiği acıları, kaldığı ikilemleri, kafasındaki soruları hissederek anlıyorsunuz. Ya da ben bu kitabı okurken fazla aşıktım, bilemiyorum. Yazar Alexander Dumas Fils, Alexander Dumas’ın oğlu aslında. İlk kez okuduğum bir yazar. Ben konuyu ele alış şekli ve anlatım biçimini çok beğendim. Sade, akıcı, hisli ve zevkli. Yazarın tabiriyle bir "yosma" ve saygın bir ailenin 24 yaşındaki oğlu arasında geçiyor bu aşk. 1840’lı yıllar, çok şey değişmiş ama hiçbir şey değişmemiş bir toplum. Toplumun asla kabul etmeyeceği Marguerite, onların gözünde Paris'in lüks yaşamında namusunu kaybeden düşmüş bir kadın. Romanda kadınların toplumsal kültür tarafından nasıl kategorize edildiğini ve "düşmüş" tabir edilen kadınlara ne gözle bakıldığını görüyoruz. Aslında kendi içinde çelişkilidir bu durum çünkü toplumun kabul etmediği bu kadına yine aynı toplumun içindeki erkekler sırılsıklam âşık olur. Tüm servetlerini Marguerite ve onun gibilere harcarlar. Böyle hayat kadınlarıyla paralar ezilebilir, günler geçirilebilir, eğlenilebilir ancak ciddi bir ilişki düşünülemez. Hele ki genç bir delikanlıysanız. Sanki karşısındaki gencecik bir kadın değilmiş gibi. Kitabın ilk sayfalarında, yazarın Marguerite’ı anlatırken nasıl bir üslup kullanacağı konusu beni korkutmuştu. Okumaktan çekinir gibi oldum ama telaş edilecek bir durum olmadığını çabucak anladım.

Yazarımızın -bir noktada hikâyenin baş karakteri sayıldığı için- sevgilisine (doğal olarak hayat kadınlarına) hoşgörülü ve empati dolu olduğunu söyleyebiliriz. İlk sayfalardan birkaç alıntı yapmak istiyorum. Yaşam, iyilik ve kötülük hakkında bakış açısı dönemine göre hayli ileride. Şöyle demiş yazar: “Yaşamın eşiğine biri iyilik yolu, öbürü kötülük yolu yazıtını taşıyan iki direk koyup da gelenlere ‘seçin’ demekle iş bitmez; İsa’nın yaptığı gibi, ikinciden birinciye giden yolları göstermek gerekir.” ve devam ediyor İsa’dan örnek vermeye. İsa’nın, insanların tutkularıyla yaralanmış ruhlarına aşkla eğildiğini, yaralarını merhemle sarmaktan hoşlandığını söylüyor. Yaraları kanayan ruhların üstünde tepinmek yerine dost bir elden sarıp sarmalamayı tercih ettiğini anlıyoruz ilk satırlardan. Aslında şu anda inanmak istediğim o cümleyi söylüyor: “Dünya büsbütün iyileşmiyorsa da hiç değilse eskisinden daha iyi oluyor.” Ah keşke şimdi hissedebilsem şu duyguyu. Eskisinden daha iyiyiz diyebilmek bile ne büyük bir konfor olurmuş. Hiç dolandırmadan öğütlerini de sıralıyor yazarımız: “Kötülük, hiçten öte bir şey değil, iyiliğin gururunu yaşayalım. Anne, kız kardeş, kız ya da eş olmayan kadını hor görmeyelim. Saygıyı aileye, hoşgörüyü bencilliğe indirgemeyelim.”

Bu toplumsal alt metni bir kenara bırakırsak benim kitapta hissettiğim ilk şey birbiri için doğru görünmeyen iki aşığın birbirini olduğu gibi kabul etme çabası ve fedakârlıkları oluyor. Armand, sevgilisinin başka adamlarla görüşmesine dayanamıyor; Marguerite ise böylesine sevdiği adamla yalnız aşkını yaşamak isterken borçlarından dolayı müşterilerini bırakamıyordu. Armand'ın ise sevgilisinin borçlarını kapatmaya ve yeni bir hayat kurmaya yetecek kadar parası yoktu. Zaten Marguerite Armand'a nasıl güvenecekti? Kendisinden hemen sıkılabilir ve genç kadını geçmişinden vurarak yüzüstü bırakabilirdi. Ne kadar sıkıntı yaşasalar da yine birbirlerine dönmeleri mest ediyor beni. Marguerite, kıskançlıktan deliren ve sevgilisinin hayatını kabullenemeyen genç adama "Beni biraz daha az sevmeniz, biraz daha iyi anlamanız gerekirdi." diyor. Aşkı nasıl bir adamda bulması gerektiğini de iyi biliyor: "...yaşamımın hesabını sormayacak, bedenimden çok benliğime tutkun olacak kadar üstün bir adam bulmak..."

Güven, kıskançlık, önyargılar, belirsizlikler, birini olduğu gibi kabul etmek, anlayış ve anlayışsızlık, bazen öfke ve ani kararlar... İşte aşk, her şeye rağmen sevebilirseniz ve bütün bu sorunların üstesinden gelip sevgi dilini konuşabilirseniz aşk. Hikâyeyi Armand'ın ağzından dinlediğimiz için acılarını, duygu geçişlerini, o içsel karmaşasını çok iyi anlıyoruz. Bir yandan da çok kızıyoruz tabii. Günün sonunda elimizde sadece birbirini inanılmaz bir tutkuyla seven iki genç insan kalıyor. Aşkın büyüleyici bir şekilde çok güçlü bir duygu olması yine de bazı gelgitleri aşamaması kitabı okurken sinirlerimi bozuyor. Sonra bir anda iki aşık bütün yanlış anlaşılmalara rağmen birbirine dönüyor, birbirlerini affediyorlar ve ben bu sefer de mest oluyorum. Peki rahat bir nefes alıyor muyum? Bir noktada rahatlasam da bir bölüm sonra neden ayrılacaklar diye sorgulamaktan kendimi alamıyorum. İki aşığın sevgisi ve tutkusu her seferinde benim pesimist tahminlerimi yeniyor. Bir yandan bu affedicilik ve birlikte olmak için verilen çabasız çaba beni öfkelendirip ağlatıyor. İçim cız ediyor, diyorum ki çok isteyince bir ilişki inşa etmek, bu kadar kolaysa bize müstahaktı bu yenilgi.

Aşkın özeti bir daha göremeyecek olmaya dayanamamak değil midir? Her hissini, anını onunla paylaşmak istemek. Kitapta aşkı anlatan cümle benim için. "Düşün ki, yeni bir yaşamın tadına vardım şimdi, ikincisine yeniden başlasam ölürdüm." olmuştu.

İlk başta, birbirine güvenmeyen iki genç aşık var karşımızda. Hepimizin yaşadığı gibi aslında. Zırhlarını indiremiyorlar, birbirlerinin yaşantısına saygı duyup karşısındakini olduğu haliyle severek, değiştirmek istemeden bir ilişki yaşayabileceklerine inançları sıfır. Birçok kez durmaya çalışıyorlar. Marguerite, olduğu kişi yüzünden zaten Armand’ın ondan sıkılıp gideceğini düşünüyor. Hayat kadını kimliğini en başta kendisi kabul edemiyor çünkü. Armand’dan önce kendi ön yargısını aşamıyor. Armand ise Margerite’ın para yüzünden diğer adamları bırakamayacağını ve kendisine asla tam bir sadakatle gelme cesareti gösteremeyeceğine inanıyor. Aslında ikisi de öncelikle kendi kafasındaki ezberleri bozsa karşısındakinin saf duygularını görecek.  "...gülünç bir önyargının tutsağısın..." olarak anlatıyor yazar bu durumu. Çok tanıdık. Sonra yine bu gibi kafa karışıklıkları, çok kez ayırıyor iki sevgiliyi.

Güven inşası ne demek daha iyi anlıyor insan. Partnerinin anlayışı ve fedakârlıklarını gördükçe ve zamanla oluşuyor ve sımsıkı bağlanıyorsun sevginin gücüne. Âşık olmak yetmiyor, çaba gerekiyor. Kısa ayrılık zamanlarında içsel kaygılarından dolayı hızlı aldıkları yanlış kararlardan yine hızlıca nasıl pişman olduklarını okurken duygulanıyorum yine. "...kesin bir karar vermek ya kadınla ya kaygılarımla işi bitirmek gerekiyordu." Evet insan bir seçim yapmalı ama iki ucu ayrı bir pişmanlık yaratma potansiyelinde olunca bu seçim pek de kolay olmuyor. "Her zaman sürecek gücü bulacağı sanılan ateşin yol açtığı kararların ağırlığı altında, bu aşkı hemen kesip atmak gerektiğini düşündüm." diyor yazar da. Kaygılar bir yandan karar almayı zorlaştırırken hiç beklemediğin bir anda kanayan parmağı sert bir biçimde hiç düşünmeden kesmeye karar veriyorsun. Son kez şu duygularla aşkı ve tutkusuyla aklıyor kendini: "Küstah bir alaya başvurmadan bitirebilecek gücü gösterememiştim, bu da hâlâ ne denli tutkun olduğumu ortaya koyuyordu." En son yüksek bir kaygıyla aynı hızda attığım ayrılık mesajı anını bire bir yaşıyorum sanki Armand’ın kafasının içinde. O anki pişmanlık ve geri dönüşün imkansızlığı çarpıyor yüzüme ikinci kez.  Aramızdaki tek fark onun karşısındaki kişi affediciliğiyle ön plana çıkıyor. Sevgilisine ne kadar kırgın olsa da bir süre sonra dayanamıyor özleminin büyüklüğüne. Bu sefer de karşılıklı aşka öfkeleniyorum. İçimde bir elektro şok geziyor sanki. Midem kasılıyor, gözlerimden yaş süzülüyor, burnum sızlıyor. Anlıyorum ki hiç sevilmemişim.

Bana karşı vazgeçilemeyecek kadar bir sevgi büyütmemişler hiç. Bahsettiğim sevgi, affedicilik ve çaba kendi kimliklerini olduğu gibi kabul etmeleriyle alakalı. Aldatma, saygısızlık veya herhangi bir toksiklik içeren ilişkilerden bahsetmiyorum. Saf bir ilişki dinamiğine birbirine fırsat veremeyişler veya birbirini anlamaya tenezzül etmeyişlerden şikâyet ediyorum. Kitabı okuyunca ne demek istediğimi anlayacaksınız.

Ben aşkı işleyiş biçimlerini gerçekten çok sevdim ve okurken fazlaca duygulandım çünkü aşkıyla ve kendisiyle olan bütün o kavgalarını içimde hissettim. Sevdiğim bazı alıntıları bırakıyorum bu geceye.


Altını çizdiğim bazı alıntılar:

"Ruhumuzun istediği bir hazzı bedenimiz zararına satın almak zorunda kalırız bazen"

"Ne yazık! Uzun zaman mutlu olamayacağımızı anlamışçasına mutlu olmakta acele ediyorduk."

"Her gün sevgilisinde yeni bir çekicilik bulur insan, bilinmedik bir haz bulur. Yaşam sürekli bir arzunun durmadan yenilenen gerçekleşmesinden başka bir şey değildir artık."

"aşkımızın içinde yitip gittiğimizden, su yüzüne ancak soluk almak için çıkan inatçı iki dalgıç gibiydik."

"Küçük tutkularından biri yaralandı mı, erkek ne kadar küçük ne kadar bayağıdır."

"Benim sende sevdiğim, olduğun değil olman gereken bir adamdı. Bu rolü kabul etmiyor, sana yakışmayan bir şey gibi atıyorsun, sıradan bir sevgilisin"

"Evimde yalnızdım, uyuyamıyordum, kaygılar, kıskançlıklar kemiriyordu içimi, oysa her şeyi gerçek akışına bıraksaydım, Marguerite'ın yanında olacaktım."

"Bende uyandırdığı duyguyu hak etmediğini anlarım diye titriyordum."


"Erkekler, bir kez zor elde etmeyi umdukları şeyin uzun zaman verilmesine sevinecekleri yerde sevgililerinden bugünün, geçmişin hatta geleceğin hesabını sorarlar. Ona alıştıkça, egemen olmak isterler."


"Ben de bu kadın için acı çekmek isterdim, beni fazla çabuk kabul etmesinden, uzun bir bekleyiş ya da büyük bir özveriyle ödemek istediğim aşkı fazla çabuk vermesinden korkuyordum. Biz erkekler böyleyizdir."