The Personal is Political: Türkiye’de Kadın Olmak
Eşitsizliğin Portresi
Kadınlar olarak toplumun her alanında derinden hissettiğimiz bir eşitsizlikle baş başayız çoğu zaman. Yalnızca iş hayatında değil; belki bir metroda, belki sokakta, belki trafikte ve hatta evde yüzleşiyoruz bu eşitsizlikle. Oldukça basit bir örnekle açıklığa kavuşturmak mümkün: Genellikle erkek çocukları eve dönüş için bir saat kısıtlamasına tabi tutulmaz. Fakat bu kız çocukları için yetişkin denilebilecek yaşlara erişseler de yerini korur. ‘’Akşam ezanından önce’’ eve gelmek tabiri hepimizin sıkça rastladığı bir kalıptır ve çoğunlukla kız çocukları için bir limiti ifade eder. Aslında ilk bakışta ailelerin yapısına veya kurallarına göre oluşmuş bir ifade gibi gözükse de altında yatan sebepler yine bizi ‘’eşitsizlik’’ finaline ulaştıracaktır. Ardında kız çocuklarının erkek çocuklarıyla eşit bir yaşam tarzına erişmemesi gerektiği alt metni vardır demek mümkün. Kız çocuğuna eve erken gelmesi gerektiği hakkında komut veren aile, erkek çocuğuna dikkatli olması hakkında dahi uyarıda bulunmuyor çoğu zaman. Bu içerisinde yaşadığımız toplumun normları ve yazılı olmayan gelenekleri çerçevesinde her ailede kendiliğinden gelişmiş olan birtakım mekanizmalardan sadece biridir. Fakat bu durumun kişilerin yaşantılarında nasıl bir etkiye sebep olduğunu tartışmak da bizlere düşüyor.
Yalnızca aile evinde değil; kadınlar olarak trafiğe dahi layık görülmüyor, kontak çevirişimizden yolda gidişimize dek birçok eleştiriyi kendinde hak gören kişilerle muhatap olmak durumunda kalıyoruz. Sağımızdan ve solumuzdan akan trafikte birçok yargılayıcı bakışa maruz kalıyoruz, arabaların içinden ‘’başaramayacağımıza’’ dair kesin hükümler veriliyor. Bazen önümüz kesiliyor, bazen hususen şeritte sıkıştırılıyoruz.
İş yerlerinde kadınların yetkinliği kanıtlanmış olsa dahi kişilerce bu arka plana atılıyor, cinsiyeti dolayısıyla kadının yetkinliği sorgulanır pozisyona geliyor. Bir erkeğin ileride çocuk sahibi olmak istemesi onun bulunduğu zaman diliminde işe başlamasına mâni olmazken kadınlar ileride çocuk yapabilme ihtimali ve bu durumun doğuracağı izin süresi göz önüne alındığında başvurusuna anında ret cevabı alabiliyor. Anne olmaları halinde terfi alamayacaklarına dair tehditlerle karşılaşabiliyorlar. Çoğu zaman bu ve bunun gibi gerekçeler (örn. ayda bir menstrüasyon) kadınların ‘’duygusal’’ kararlar verebileceği, sağlıklı değerlendirmeler yapamayacağı veya bu gibi oldukça doğal döngülerin kadınları işlerinden alıkoyacağı fikirlerine dayanak olarak işe alımların reddine sebebiyet verebiliyor. Ekonomik özgürlüğü böylesine zedelenmeye çalışılan birçok kadın pes etmeden, her gün biraz daha erkek egemen iş dünyasında var olmaya çabalayarak kendilerini oyunun içerisinde tutmakla meşguller.
Sonuç olarak, kadınlar için sokakta yürümek dahi politik bir eylemdir. Bir kadının giyimi, yürüyüşü, konuşması, kahkahası, yalnız yaşıyor olması bile bir eleştiri malzemesi ve ‘’toplumsal tehdit’’ olarak algılanmaya müsaittir. İleri geri konuşulabilir konuların başında gelir kadının ‘’kişisel’’ hayatı. Ama kadınlar susmuyor, sinmiyor. Kendi hayatlarına dair aldıkları kararlar dahi sorgulanırken haklarını savunmaya devam eden kadınlar aslında herkes için daha adil bir toplumun temellerini atmaya devam ediyorlar. Bu yüzden kadınların ‘’kişisel’’ mücadeleleri aslında kolektif bir dönüşümün kıvılcımıdır. Özgürce yaşamak isteyen ve haklarının talebinde bulunan her kadın, istemeden de olsa politiktir.
Bilincinde olarak hayatımızı sürdürmemiz gereken konu, kadınların her gün bir yerlerde yaşama tutunma ve kamusal hayatta var olma mücadelesi veriyor olduğudur. Ve çoğu zaman bu mücadelede yalnızlar. İşte tam da bu yüzden biz kadınlar olarak birbirimizin ellerini sıkıca tutmalı ve aramızdan geçecek rüzgâra dahi geçit vermemeliyiz. Biz birsek varız.