Toplum: Ne Kadar Dostumuz, Ne Kadar Düşmanımız?
Toplumsal normlar bizlere nasıl zara veriyor. Toplum ufak faydalarının yanı sıra özellikle cinsiyet normlarıyla hayatımızı mahvediyor.
Bu yazıda bir yandan sosyalleşmenin öneminden bir yandan da toplumun dayattığı konulardan bahsederken, başlıktaki sorunun cevabını bulmaya çalışacağım.
İnsanların doğum anlarına ilişkin çok tuhaf bir durum vardır. Diğer canlıların doğumunda olmayan, insana özgü bir durum. Temelde güvenlik içgüdüsü kaynaklı olduğunu tahmin ettiğim bir şekilde bebeğin doğduktan sonra ilk yaptığı şey ağlamaktır. Her ne kadar hemşire bilerek ağlamasını sağlasa da bebeğin o ilk yaptığı davranış aslında ömrü boyunca nasıl bir hayat süreceği konusunda çok şey ifade ediyor bana kalırsa. Bebek doğduktan sonra başına gelebilme olasılığı olan sayısız kötü şeyi ah bir bilseydi, emin olun bırakın doğmayı oluşmayı bile reddedebilirdi ama bu mümkün değil. Zira doğduğunuz anda güvenli alandan çıkıp, toplumun bir parçası oluyorsunuz. İşin daha kötüsü nasıl bir ülkede doğacağınızı, arkadaşlarınızı, akrabalarınızı, o ülkedeki toplumun değerlerini sizin belirleme şansınız yok. Refah içerisindeki bir ortama doğabilirsiniz veyahut iç savaşın yaşandığı bir ülkede de. Hayatta yaşadığımız hemen her şey spontane, bizlerin kontrolü dışında. Hayatı güzel kılan şeyde aslında bu bilinmezlik durumu ve kontrolsüz gelişen bazı güzel gelişmeler çoğu zaman ama kötü gelişmeler de olabiliyor.
Doğumumuzun ardından daha eve ilk gittiğimiz anda, hatta hastanede toplumsal cinsiyet normları dayatılmaya başlanıyor. Evebeynlerimiz bunu belli bir bilinçle yapmıyorlar elbette, adı üstünde toplumsal norm. Hastanede ilk giydirdikleri kıyafetten, evdeki bebek odasının duvarlarının veya beşikteki yorganın rengine kadar her şey bu normların sonucu. Daha sonraki yıllarda oynadığımız oyuncaklar ve o oyuncaklarla oynadığımız oyunlar, anne ve babalarımızın bize karşı olan tutumları, öğretileri toplumsal cinsiyetin inşasında önemli yer tutarken; komşu veya akrabalarımızla ilk karşılaşmamız ve ilk kreşe gitmeye başladığımız andan itibaren toplumsal cinsiyet algısının inşasına yavaş yavaş bütün toplum, medya dahil katılmaya başlıyor. Toplum bizi biran olsun rahat bırakmaksızın içimize zehri salıyor ve bu kepazelik biz birey olmayı öğrenene kadar yahut ölene kadar dozu artarak devam ediyor.
Ergenlik ve genç yetişkinlik dönemine gelindiğinde ise normları tamamen içselleştirmiş birey eğer genç bir kız ise büyük oranda erkeklere kıyasla ya daha güzel yemekler yapmak, gelecekte doğabilecek çocuklarına koruyucu iyi baba olabilecek mümkünse iyi kazanan bir erkekle evlenmeyi amaçlıyor ya da eğer okumuşsa dahi toplumun kadınlara yönelik dayattığı daha az kol gücü gerektiren mesleklere yöneliyor. Hemen feminist hanımlar yanlış anlamasın, zira böyle bir toplumdan çıkan erkeklerden de bir halt olduğu da olacağı da yok. Zaten olması beklenilemez. Aynı yaşlara gelen erkek ise çoğu zaman her daim güçlü olma arzusu içerisinde, bazen kavgacı, kızların kendisine muhtaç olmasından içten içe keyif alan, gelecekle ilgili hayallerini dahi bunun üzerine kuran bir kişi olarak karşımıza çıkıyor. Erkek çocuklarının ellerine oyuncak diye iş makinesi, otomobil ve hatta tabanca verirken, kızlara anca bebeklerle veya rol model aldıkları Barbie bebeklerle evcilik oynatılırsa olacağı budur. Toplumumuzda evdeki erkek çocuğa her şey serbestken, kızlar her konuda aileye hesap vermek zorundadır. Öyle değil mi?
Her ne kadar toplumsal hayat, insanlarla kurduğumuz iletişim psikolojimizi sağlam tutmak için gerekli olsa da bireyselliğimizi korumanın her şeyden önemli olduğu görüşündeyim. Şahsen çevremde bana zarar veren, bir şeyleri dayatan veya çıkarı için bizlerle iletişime geçecek insanlar olacağına bilim kurgu filmlerindeki karakterler misali yapay zekalar ile arkadaşlık kurmayı tercih ederim. Son günlerde yaşanan, kan donduran Ayşe Tokyaz cinayeti bana bir kez daha düşündürdü tüm bunları ve bir insanın nasıl korkunç bir katile dönüşebileceğini. Hrant Dink’in ölümünün ardından eşi Rakel Dink’in tanımladığı “bir bebekten katil yaratan düzen” tam da böyle bir şey olsa gerek herhalde. Bu yazımda kadın cinayetlerine neden olan bu kokuşmuş düzene kendimce değinmeye çalıştım. “Ölümüne seviyorum” cümlesine lanet olsun, doğru olan bazen yalnızca karşılık beklemeden sevebilmektir. Bir sonraki yazıya kadar hoşçakalın.