Yüksek Onur, Alçak Onur: Arthur Morgan

I'm dying sister... I'm afraid.

Video oyunları panteonunda bazı karakterler vardır ki piksellerin ve kodların ötesine geçerek oyuncunun zihninde silinmez bir iz bırakır. Onlar, yalnızca kontrol ettiğimiz avatarlar değil, aynı zamanda dijital dünyalarda bize insanlığı, ahlakı ve değişimi sorgulatan yoldaşlardır. Rockstar Games'in şaheseri Red Dead Redemption 2'nin trajik kahramanı Arthur Morgan, bu seçkin karakterler arasında belki de en insan olanıdır. Arthur, bir "seçilmiş kişi" ya da doğuştan kahraman değildir. O, sadakatin, şiddetin ve kaçınılmaz sonun gölgesinde, yok olmaya yüz tutmuş bir dünyada anlam arayan, kusurlu bir adamın ta kendisidir.

Onun hikayesi, bir dönemin kapanışına ve bir insanın kendi vicdanıyla yüzleşmesine dair dokunaklı bir ağıttır. Tek bir oyunda tanışıp veda ettiğimiz Arthur, başlangıçtan sona dek şahit olduğumuz derin karakter dönüşümüyle, oyuncuya ahlaki bir ayna tutar. Onunla birlikte kanun kaçağı olduk, onunla birlikte inandık ve en önemlisi, onunla birlikte kefaret aradık.

Arthur Morgan'la tanıştığımızda, o, Van der Linde çetesinin bel kemiği, lideri Dutch van der Linde'nin en güvendiği ve en ölümcül adamıdır. Yıllarını bu kanun kaçağı ailesine adamış, Dutch'ın "daha iyi bir dünya" ve "medeniyete karşı özgürlük" felsefesine sorgusuzca inanmıştır. Arthur pragmatisttir; çetenin hayatta kalması için gerekeni yapar, bu ister bir soygun olsun, isterse acımasız bir infaz. Dışarıdan bakıldığında sert, alaycı ve duygusal olarak mesafelidir. Ancak günlüğüne çizdiği resimler ve karaladığı notlar, bu sert kabuğun altında yatan düşünceli ve gözlemci ruhu daha en başından bize fısıldar.

Arthur, çetenin ideallerine inanır, çünkü bu idealler ona bir aile ve bir amaç vermiştir. O, "uygar" dünyanın reddettiği bir adamdır ve Dutch'ın kanatları altında kendine bir yer bulmuştur. Ancak oyunun ilk anlarından itibaren, özellikle Blackwater'da ters giden o meşhur soygundan sonra, Arthur'un inancında küçük çatlaklar belirmeye başlar. Dutch'ın planları giderek daha pervasız, söylemleri daha boş hale geldikçe, Arthur'un sadakati ile içindeki şüpheci ses arasında bir savaş başlar. O, çetenin ahlaki pusulası gibidir ve bu pusulanın iğnesi, Dutch'ın eylemleriyle titremeye başlamıştır.

Arthur'un karakterindeki en sarsıcı ve dönüştürücü an, bir silahlı çatışmada değil, bir doktorun ofisinde gelir. Leopold Strauss adına borç toplarken dövdüğü yoksul bir çiftçi olan Thomas Downes'tan kaptığı tüberküloz teşhisi, Arthur için bir ölüm fermanıdır. Bu an, Rockstar'ın dâhiyane yazarlığının bir kanıtıdır: Arthur'un ölümü, bir rakibin kurşunundan değil, kendi acımasız eylemlerinin doğrudan bir sonucundan gelmektedir.

Bu teşhis, Arthur'u kaçamayacağı tek gerçekle yüzleştirir: zamanı tükenmektedir. Bu andan itibaren Arthur, artık sadece hayatta kalmak için değil, yaşadığı hayatın bir anlamı olup olmadığını anlamak için mücadele etmeye başlar. Geriye kalan kısıtlı zamanda ne yapacaktır? Aynı şiddet döngüsünü mü sürdürecek, yoksa bir nebze de olsa "iyi bir adam" olmaya mı çalışacaktır? İşte bu noktada oyunun Onur (Honor) sistemi, bir mekanik olmaktan çıkıp Arthur'un kefaret yolculuğunun bir parçası haline gelir. Oyuncu olarak verdiğimiz her karar, Arthur'un ruhunun kurtuluşu için atılmış bir adıma dönüşür.

Ezio'nun "Requiescat in pace" sözü gibi Arthur'un da tekrarladığı bir mottosu yoktur. Onun felsefesi, eylemlerinde ve nadir anlardaki savunmasızlığında gizlidir. Belki de bu felsefenin en saf hali, bir tren istasyonunda karşılaştığı Rahibe Calderón'a söylediği o iki kelimede saklıdır: "Korkuyorum." Bu, hayatı boyunca korkusuz görünen bir adamın, ölüm karşısındaki en dürüst, en insani itirafıdır.

Bu andan sonra Arthur'un öncelikleri değişir. Vurduğu adamın dul eşi Edith Downes ve oğluna yardım etmeye çalışır, onlara para vererek kendi günahından doğan bir borcu ödemeye çabalar. Çetedeki yoldaşlarını, özellikle de bir aile kurma şansı olan John Marston'ı korumaya odaklanır. Dutch'a olan son sadakat kırıntılarıyla söylediği şu sözler, onun dönüşümünü özetler: "Biz artık hırsızlarız, bizi istemeyen bir dünyada." O, artık Dutch'ın hayallerinin peşinden koşmaz; bunun yerine, çöküşün ortasında bir parça iyilik ve anlam yaratmaya çalışır. Şiddeti artık bir amaç değil, sevdiklerini korumak için kullandığı bir araç olarak görür.

Arthur'un yolculuğu, aynı zamanda bir baba figürünün çöküşünün hikayesidir. Onu yetiştiren ve her şeyi olan Dutch van der Linde, deliliğin ve kibrin pençesinde yavaş yavaş bir canavara dönüşür. Arthur'un en büyük trajedisi, hayatını adadığı adamın onu defalarca hayal kırıklığına uğratmasını ve sonunda ona ihanet etmesini izlemektir.

Ancak bu baba figürünün kaybı, Arthur'u başka bir role iter: ağabey ve kurtarıcı. John Marston ve ailesinin geleceği, Arthur'un son görevi haline gelir. Çetenin birikmiş parasını almak yerine John'un kaçmasına yardım etmeyi seçtiği o kritik an, onun kefaretinin zirvesidir. Kendi hayatını, bir başkasının yeni bir hayata başlayabilmesi için feda eder. Dutch'a son anlarında söylediği, "Sana sahip olduğum her şeyi verdim," cümlesi sadece bir sitem değil, aynı zamanda bir vedadır. Arthur'un mirası, altın külçeleri ya da şöhret değil, John Marston'a bıraktığı umuttur.

Arthur Morgan'ın hikayesi, bir haydutun nasıl iyi bir adama dönüştüğünün değil, "iyi" ve "kötü" bir adamın aynı bedende nasıl var olabileceğinin öyküsüdür. Onun yolculuğu, bize değişimin mümkün olduğunu, ancak her zaman bir bedeli olduğunu öğretir. Oyuncular olarak bizler, onun kararlarının ağırlığını omuzlarımızda hissettik, onun kayıplarına yas tuttuk ve onun küçük zafer anlarında umut bulduk.

Son anlarında, Micah ile olan ölümcül dövüşünden sonra, yaralı ve bitkin bir halde yeryüzüne uzanıp günbatımını izlemesi, video oyun tarihinin en şiirsel ve dokunaklı finallerinden biridir. Hayatı boyunca fırtınalar ve şiddetle yaşayan bir adam, en sessiz ve en huzurlu şekilde dünyadan ayrılır. Arthur Morgan, bir kanun kaçağı olarak yaşadı ama son nefesinde, kendi şartlarıyla bir parça huzuru ve anlamı bulmayı başardı. O, sadece bir video oyunu karakteri değil; sadakat, ihanet, pişmanlık ve nihayetinde kefaretin ölümsüz bir sembolüdür.