Bozulmuş Kahramanlar: Sapkowski'nin Fantastik Dünyası

Kapak: Sapkowski in 90's

Parlayan zırhlar içindeki asil şövalyeler, bilge elfler, bodur ama cesur cüceler ve mutlak kötülüğü temsil eden karanlık lordlar... J.R.R. Tolkien'in miras bıraktığı bu "iyi ile kötünün destansı savaşı" formülü, yıllardır fantastik kurgunun temelini oluşturdu. Ancak Polonyalı yazar Andrzej Sapkowski, bu siyah-beyaz anlatıya karmaşık gri tonlar ekleyerek türe farklı bir soluk getirdi.

Eğer The Witcher oyunlarını oynadıysanız veya Netflix dizisini izlediyseniz, Rivyalı Geralt'ın acımasız ama bir o kadar da tanıdık dünyasına aşinasınızdır. İşte o dünyanın arkasındaki deha, fantezi türünün yerleşik kurallarını yıkmaktan çekinmeyen Sapkowski'dir. Peki, onun fantezi anlayışını bu kadar özel ve farklı kılan nedir?

Sapkowski'nin en büyük başarısı, fantezi klişelerini alıp onları baş aşağı çevirmesidir. Onun dünyasında kahramanlar kusursuz değildir, hatta çoğu zaman "kahraman" bile sayılmazlar. Başkahramanımız Geralt, bir canavar avcısıdır; insanüstü yeteneklere sahip, toplum tarafından dışlanmış bir mutant. O, dünyayı kurtarmak gibi ulvi bir amaç gütmez; sadece bir sonraki işini alıp parasını kazanmaya çalışır.

Sapkowski'nin evreninde net bir "iyi" veya "kötü" yoktur. Krallar ve büyücüler, en az avladıkları canavarlar kadar tehlikeli ve çıkarcıdır. Elfler ve cüceler, asil ve bilge ırklar olmak yerine, insanlar tarafından soykırıma uğramış, gettolara hapsedilmiş ve hayatta kalmak için terörizme başvuran topluluklardır. Bu dünya, okuyucuya sürekli olarak şu soruyu sordurur: Gerçek canavar kim?

Sapkowski'nin felsefesinin temel taşı, "ehvenişer" yani "daha küçük kötülük" (the lesser evil) kavramıdır. Geralt, sık sık iki kötü seçenek arasında kalır ve birini seçmek zorunda bırakılır. Ancak kendisinin de dediği gibi:

"Kötülük kötülüktür. Büyüğü, küçüğü, ortası... Fark etmez. Ölçüsü görelidir, sınırları değişkendir... Eğer bir kötülükle diğeri arasında seçim yapmak zorunda kalsaydım, hiçbirini seçmemeyi tercih ederdim."

Bu felsefe, onun dünyasını inanılmaz derecede gerçekçi kılar. Hayatta her zaman doğru ve yanlış arasında net bir seçim yapamayız. Bazen en iyi karar, en az hasara yol açacak olandır. Sapkowski, bu ahlaki ikilemleri fanteziye taşıyarak onu bir masal olmaktan çıkarıp yetişkinler için karmaşık bir drama haline getirir.

Sapkowski'nin dünyasını Batılı fantezi eserlerinden ayıran en önemli unsurlardan biri de beslendiği kaynaktır. O, ejderhalar ve orklar yerine Slav ve Doğu Avrupa folklorunun zengin mitolojisine yönelir. Striga, Kikimora, Leshen gibi yaratıklar, Anglo-Sakson mitlerinden çok daha farklı, daha ilkel ve daha tekinsiz bir atmosfer yaratır. Bu, The Witcher evrenine otantik ve taze bir ruh katar. Bu sadece canavarlarla sınırlı değildir; sosyal yapılar, batıl inançlar ve hikayelerin anlatılış biçimi bile bu kültürel mirası yansıtır.

Belki de Sapkowski'nin en büyük dehası, fanteziyi günümüz dünyasına bir ayna tutmak için kullanmasıdır. Irkçılık, yabancı düşmanlığı, savaşın anlamsızlığı, çevresel tahribat, siyasi yozlaşma ve sosyal adaletsizlik gibi temalar, onun eserlerinin merkezindedir. İnsanların "insan olmayan" ırklara karşı duyduğu nefret, tarihteki ve günümüzdeki ırkçı söylemlerin birebir yansımasıdır. Krallıklar arasındaki anlamsız savaşlar ve bu savaşlarda piyon olan sıradan halkın acıları, okuyucuya güçlü bir mesaj verir.

Andrzej Sapkowski, fantezi edebiyatına sadece yeni bir dünya değil, yeni bir bakış açısı hediye etmiştir. O, türü peri masallarının güvenli limanından çıkarıp hayatın karmaşık, kirli ve ahlaki olarak belirsiz sularına çekmiştir. Onun mirası, fantezinin sadece bir kaçış edebiyatı olmadığını, aynı zamanda insan doğasını, toplumu ve ahlakı sorgulamak için ne kadar güçlü bir araç olabileceğini kanıtlamaktadır.

Eğer The Witcher'ı sadece bir oyun veya dizi olarak biliyorsanız, kendinize bir iyilik yapın ve Andrzej Sapkowski'nin kaleminden çıkan kitaplara bir şans verin. Çünkü Rivyalı Geralt'ın asıl büyüsü, piksellerde veya ekranlarda değil, kelimelerin o gri ve puslu dünyasında saklıdır.