Tanrılara Rağmen Sevmek: Eros ve Psyche

Gözlerin kapalıyken bile kalbin açıksa… aşk, tanrıların bile kaderini değiştirebilir.

Mitolojik aşk hikayeleri çoğu zaman birer masal gibi anlatılır; tanrıların mucizeleriyle bezeli, ihtişamlı saraylarda geçen ve sonunda sonsuz mutluluk vadeden anlatılar... Oysa bazı hikayeler vardır ki, etkileyen ne ışıltısıdır ne de mutlu sonu—bizi asıl sarsan, acının içinden geçen aşkın kendisidir.

Psyche ile Eros’un hikayesi de tam olarak böyledir; yalnızca bir aşk değil, bir ruhun sınavlarla örülü yolculuğudur. Bu, güzelliğin bedelini ödeyen bir ölümlünün, tanrıların dünyasında yer edinmesini sağlayan cesur ve kırılgan adımlarla yazılmış bir efsanedir. Çünkü sevmek yetmez bazen; inanmak, kaybetmek, affetmek ve yeniden seçmek gerekir. Zaten Psyche’nin adı da “ruh” demektir—ve belki de bu yüzden, bu yolculuk yalnızca bedene değil, doğrudan ruha dokunur.

Güzelliğin Laneti

Psyche, bir kralın üç kızından en küçüğü olarak dünyaya gelmişti; ama onu diğerlerinden ayıran yalnızca yaşı değil, eşsiz güzelliğiydi. Bu güzellik öylesine etkileyiciydi ki, söylentiler saray duvarlarını aşıp krallığın dört bir yanına yayılmış, halk arasında Psyche’nin tanrıçalardan bile üstün olduğuna dair fısıltılar artmaya başlamıştı. Genç erkekler onu sadece bir an görebilmek için sarayın önünde sıralar oluşturuyor, onun geçtiği yollarda bir heykel görmüşçesine büyülenmiş gibi susuyorlardı.

Zamanla bu hayranlık, sıradan bir övgüden öteye geçerek neredeyse bir tapınmaya dönüşmüş; insanlar artık tapınaklarda Aphrodite’e değil, bir ölümlüye, Psyche’ye yönelmişti. Heykeltıraşlar Aphrodite’in siluetini işlemez olmuş, rahipler dualarında onun adını daha az anmaya başlamıştı. Bu küstahça ihmalin tanrılar dünyasında cezasız kalması beklenemezdi. Aphrodite, kendi onuruna gölge düşüren bu ölümlü kızı cezalandırmaya karar verdiğinde, doğrudan harekete geçmedi; onun yerine aşk tanrısı olan oğlu Eros’a bir görev verdi:

“Bu kızı bul ve onu, bu dünyada benzeri görülmemiş korkunç bir yaratığa aşık et.”

O sırada Psyche’nin babası, güzeller güzeli kızının neden bir türlü evlenemediğini düşünmekteydi. Kral için bu yalnızca bir baba endişesi değil, aynı zamanda krallığın itibarıyla ilgiliydi; zira halkın gözünde ilahi bir güzelliğe sahip olan bir kızın talipsiz kalması, olağan değil, ürkütücü bir durumdu. İnsanlar Psyche’yi yalnızca seyrediyor, onunla evlenmeyi akıllarından bile geçirmiyordu; çünkü bu kadar kusursuz bir varlıkla bir yaşamı paylaşmak, kendi eksikliklerini aynada seyretmek gibi olurdu.

Onların gözünde Psyche bir kadın değil, bir figürdü—dokunulmaz, ulaşılamaz, bir anlamda cansız. Kral, halkın bu çekincesini anlamasa da, kızının evlenemeyişinin ardında sıradan bir neden olmadığını sezmiş ve sonunda tanrılardan yardım istemeye karar vermişti. Güneş tanrısı Apollon’dan gelen yanıt ise umut verici değil, yıkıcıydı: Psyche, bir canavara—görünüşü korkunç ama kaderin emriyle tayin edilmiş bir varlığa—eş olmak zorundaydı. Apollon, kralın kızını siyahlar içinde yüksek bir dağa götürmesini, orada yalnız başına bırakmasını ve olacakları kabul etmesini buyurdu. Bu emir, tanrıdan geldiği için sorgulanamazdı; acılı aile, kızlarının geleceğini elleriyle karanlığa teslim etti.

İhanet, Kefaret ve Sonsuzluk

Aşk ve Ruh (Cupid and Psyche), Antonio Canova, 1793

Eros, annesinin emriyle geldiği dağda onu ilk kez gördüğünde, beklenmedik bir şey oldu. Psyche ağlıyordu—ve bu ağlayış, Eros’un kalbinde ilk kez bir şey uyandırdı. Kendi oklarından biri yanlışlıkla kalbine saplandığında, yalnızca başkalarının değil, kendi kaderinin de değiştiğini anladı. Artık bu hikayede yalnızca bir aracı değil, başrol oyuncusuydu.

Görevi annesine ihanet etmek pahasına değiştirdi. Psyche’yi alıp onu karanlığa değil, bir rüya sarayına götürdü.

Psyche gözlerini açtığında, kendisini ışıkla bezenmiş bir şatoda buldu. Gözle görülmeyen bir ses ona ne yapması gerektiğini söylüyor, o da şaşkınlıkla bu yönlendirmelere uyuyordu. Geceleri yanına gelen, yüzünü göremediği ama kalbini tanıdığı bir kocayla yaşıyor; sabahları ise yalnız kalıyordu. Bu gizemli düzen içinde aşkı hissediyor, ama zamanla yalnızlık da derinleşiyordu.

Kardeşlerinin ziyaretiyle bu yalnızlık yerini şüpheye bıraktı. Kıskançlıkla yoğrulmuş sözleri, Psyche’nin zihninde güvenin temellerini sarstı. Ve bir gece, o görünmeyen kocayı görmeye karar verdi...

Gece çöktüğünde, Psyche eline aldığı lambayla uyuyan kocasının yüzüne ışık tuttu ve karşısında bir canavar değil, tanrıların en güzellerinden biri olan Eros’u gördü. Ancak bu keşif, bir mum damlasının Eros’un omzuna düşmesiyle sona erdi. Eros gözlerini açtı ve karşısında güvenini kırmış bir sevgili buldu. Hiçbir şey söylemeden gitti—ve beraberinde aşkın ta kendisini de götürdü.

Eros’un gidişiyle Psyche’nin hayatı, aşkın kefaretiyle örülü bir yolculuğa dönüştü. Sevgilisine ulaşmak için tanrıların kapısını çaldı ama hepsi sırt çevirdi. Son bir umutla Aphrodite’in huzuruna çıktı ve ondan, acımasızca üç görev aldı: binlerce tahıl tanesini tek tek ayırmak, vahşi koyunlardan altın yün toplamak ve yeraltına inerek Persephone’den bir kutu içinde güzellik getirmek.

İmkansız görünen bu görevlerde Psyche yalnız değildi tabii—toprağın karıncaları, nehrin kamışları, doğanın ve iç sesin görünmeyen eli ona yol gösterdi. Her sınav, bir sabrın ve sadakatin imtihanıydı. Fakat Aphrodite’in son numarası, bir görevin değil bir duygunun sınavıydı: merak. “Bu kutunun içinde güzellik varsa, neden bir damla almasın?” diye fısıldayan iç sesiyle kutuyu araladı. Ancak içinden güzellik değil, sonsuz bir uyku yükseldi. Ve Psyche, bir kez daha gözlerini karanlığa kapadı.

Onu bulan yine Eros’tu. Kalbi hâlâ yanık, elleri hâlâ ona uzanmıştı. Eğildi, onu alnından öptü. Bu öpücük yalnızca bir sevgi gösterisi değil, bir diriliş duasıydı. Ve o dua kabul oldu. Psyche gözlerini yeniden açtığında, kader artık değişmişti.

Bu aşk, yalnızca kişisel bir bağ değil, tanrılarla konuşan bir hak talebiydi artık. Eros, Zeus’un huzuruna çıktı ve “Bu bağ ilahi bir iradeyle dokundu” dedi. Zeus, onların sevgisinin büyüklüğünü tanıdı; Psyche’ye ambrosia içirerek onu ölümsüzlüğe eriştirdi. Artık o, tanrıların arasında bir tanrıça, aşkın kutsanmış karşılığıydı.

Tanrılar onların birliğini onayladı; Aphrodite bile sessizliğe büründü. Çünkü Psyche artık yeryüzünde bir ölümlü değil, gökyüzünde parlayan bir ışığa dönüşmüştü. İnsanlar tanrıçalara yeniden tapınmaya başladılar belki, ama Psyche’nin hikayesi artık onların dualarında değil, kalplerinin en derin yerinde yankılanıyordu.

Günün sonunda Eros ile Psyche’nin hikayesi, sonsuz mutlulukla sonlanan bir masal değil; sonsuzluğun kendisini hak edebilmek için verilen zorlu bir sınavdır. Bu, güvenin kırıldığı, affın yeniden doğduğu, sadakatin ve cesaretin yeniden yazıldığı bir aşktır. Tanrılar karşısında boyun eğmeden, yalnızca kalbinin sesine kulak vererek yürüyen bir ölümlünün; aşk uğruna kendini yeniden inşa etme, yeniden var etme hikayesidir.

Çünkü aşk sadece görmek değil, görmeden güvenmeyi seçmektir. Bazen düşmek ama düşerken bile sevmeye devam etmektir. Ve belki de en önemlisi şudur: İnsan gerçekten seviyorsa, bir tanrıya dönüşmese bile, tanrıların bile önünde eğileceği bir sevgiyi var edebilir.